Etki ve Tepki İlişkisi
Saygın okurlarım,
Ben de yıllar önce, görev icabı Eti Maden Genel Müdürlüğü’nde görevlendirilmiştim. Bu işletmede geçirdiğim zaman boyunca, kimi günler mesleki gurur ve başarıların, kimi zaman ise içimi acıtan kayıpların gölgesinde geçti. Özellikle ilk yıllarımda beni çok derinden etkileyen, unutamadığım bir olay yaşadım: Değerli mühendis arkadaşım, PKK terörünün gözü dönmüş zalimliğiyle, bir hiç uğruna, bir vicdansızın kararıyla aramızdan alındı. Kayıp, sadece bir meslektaşın eksikliği değil, aynı zamanda insanlığın ortak vicdanına vurulan bir darbeydi.
O zamanlar görevim gereği elimi kolumu bağlayan, içimdeki öfkeyi dışa vurmama engel olan sorumluluk duygusuyla hareket ettim. Ama yıllar geçti, zaman aktı; toplumsal hafıza ise acıları biriktirdi. Bugün, o dönemin kimi faillerinin meclis salonlarında ağırlanıyor oluşu, adalet duygumu bir kez daha incitiyor. O gün suskun kaldım belki, ama şimdi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi yazıya dökme gerekliliği içimi sarmaladı. Bir haberin gücüyle, içimdeki sessiz çığlığı kelimelere döküyorum. Belki fazla duygusal bulabilirsiniz; ama bazı gerçekler, ne kadar acı olursa olsun, dile getirilmeden hafiflemiyor.
Türkiye’nin gündeminin hızla değiştiği, neredeyse her gün yeni bir olgunun manşetlere taşındığı bir ortamda, “Cumanın gelişi perşembeden bellidir” deyimi adeta toplumsal gerçekliğimizin özeti gibi duruyor. Her geçen gün, toplumun gündemini sarsan gelişmelerin çoğu, aslında öncesinde kendini belli eden işaretlerle hayatımıza giriyor. Bir tartışmanın küçük bir kıvılcımı veya kamuoyunda yükselen bir huzursuzluk, çoğu zaman ilerleyen günlerde yaşanacakların habercisi oluyor. Bu nedenle, sosyal olayların ve politik gelişmelerin seyri, çoğu zaman şaşırtıcı olmaktan çıkıyor; aksine, toplumsal hafızamızda yer eden “Cumanın gelişi perşembeden bellidir” sözüyle tam anlamıyla örtüşüyor.
Türkiye’de yaşanan birçok olayda, alınan kararların veya ortaya çıkan krizlerin arka planında, önceden görülebilir işaretler hep var olmuştur. Bu deyim, yalnızca bireysel öngörünün değil, toplumsal hafızanın ve tecrübenin de bir ürünü olarak, halkın yaşadıkları karşısında sergilediği sağduyunun ifadesidir. Gündemin değişim hızına rağmen, olayların ardındaki nedenleri ve sonuçlarını okuma yeteneğimiz, bu deyimin içselleştirildiğini gösteriyor.
Yukarıda yazdığım Türkiye gerçeği konusunu biraz daha açalım; Her gün bir olgu, her gün yeni bir gündemle karşılaşmamız, toplumun dikkatinin kolayca dağılmasına, kimi zaman da gerçek meselelerin gölgede kalmasına neden olsa da, halk arasında yaygın şekilde kullanılan bu ata sözü, yaşananların aslında sürpriz olmadığını; çoğu şeyin başlangıcından itibaren işaretlerini verdiğini hatırlatır nitelikte. Toplumsal olaylar, skandallar veya ekonomik gelişmeler karşısında, “Zaten belliydi” veya “Bunun olacağı daha önce anlaşılmıştı” yaklaşımı, tam da bu kültürel mirasın bir yansımasıdır.
Açıkça; Türkiye’nin gündeminin hızla değiştiği, neredeyse her gün yeni bir olgunun manşetlere taşındığı bir ortamda, “Cumanın gelişi perşembeden bellidir” deyimi adeta toplumsal gerçekliğimizin özeti gibi duruyor. Her geçen gün, toplumun gündemini sarsan gelişmelerin çoğu, aslında öncesinde kendini belli eden işaretlerle hayatımıza giriyor. Bir tartışmanın küçük bir kıvılcımı veya kamuoyunda yükselen bir huzursuzluk, çoğu zaman ilerleyen günlerde yaşanacakların habercisi oluyor. Bu nedenle, sosyal olayların ve politik gelişmelerin seyri, çoğu zaman şaşırtıcı olmaktan çıkıyor; aksine, toplumsal hafızamızda yer eden “Cumanın gelişi perşembeden bellidir” sözüyle tam anlamıyla örtüşüyor.
Türkiye’de yaşanan birçok olayda, alınan kararların veya ortaya çıkan krizlerin arka planında, önceden görülebilir işaretler hep var olmuştur. Bu deyim, yalnızca bireysel öngörünün değil, toplumsal hafızanın ve tecrübenin de bir ürünü olarak, halkın yaşadıkları karşısında sergilediği sağduyunun ifadesidir. Gündemin değişim hızına rağmen, olayların ardındaki nedenleri ve sonuçlarını okuma yeteneğimiz, bu deyimin içselleştirildiğini gösteriyor.
Her gün bir olgu, her gün yeni bir gündemle karşılaşmamız, toplumun dikkatinin kolayca dağılmasına, kimi zaman da gerçek meselelerin gölgede kalmasına neden olsa da, halk arasında yaygın şekilde kullanılan bu ata sözü, yaşananların aslında sürpriz olmadığını; çoğu şeyin başlangıcından itibaren işaretlerini verdiğini hatırlatır nitelikte. Toplumsal olaylar, skandallar veya ekonomik gelişmeler karşısında, “Zaten belliydi” veya “Bunun olacağı daha önce anlaşılmıştı” yaklaşımı, tam da bu kültürel mirasın bir yansımasıdır.
Evet,
PKK Terör olgusunda öldürülen Eti madende çalışan Genç Mühendislerin Anısına haber verirken bir giriş yapalım…
Türkiye’nin maden sektöründe önemli bir yere sahip olan ETİ Maden, yıllar boyunca ülkenin farklı bölgelerinde faaliyet göstermiş ve birçok mühendis ile çalışmıştır. Geçmişte, çeşitli terör olayları ve güvenlik sorunları ne yazık ki ülkenin birçok yerinde olduğu gibi bu kurumda da acı kayıplara neden olmuştur. Özellikle 1990’lı yıllarda, terör örgütlerinin saldırıları sonucu görev başındaki genç mühendisler ve çalışanlar hayatını kaybetmiştir.
Bu olaylar, hem ülkenin güvenlik ortamı hem de maden sektöründe çalışanların karşılaştığı riskler açısından hafızalarda derin izler bırakmıştır. Yaşamlarını yitiren mühendisler, ülkeye katkı sunmak için emek veren ve mesleklerini onuruyla icra eden bireylerdi. Onların anılarını yaşatmak, toplumsal hafızada bu tür olayların unutulmaması ve benzer acıların bir daha yaşanmaması adına önemlidir.
Ülkemizde toplumsal barışın ve güvenliğin sağlanması için geçmişte yaşananların hatırlanması, dayanışmanın ve birlik duygusunun güçlendirilmesi açısından değerlidir. Kaybedilen tüm mühendisler ve emekçiler saygı ile anılmaktadır.
Ne yazık ki ülkemizin tarihinde yalnızca acı kayıplar değil, aynı zamanda trajikomik ve ironik olaylar da eksik olmamıştır. Bazen gerçek öyle tuhaf şekillerde karşımıza çıkar ki, yaşanılanların ciddiyeti ile mizahın ince çizgisi iç içe geçer. Toplumsal hafızamızda iz bırakan bu olaylar, kimi zaman devletin karar alma süreçlerinde yaşanan çelişkilerle, kimi zaman da yönetenlerin ironiye konu olan tutumlarıyla anılır.
Bununla birlikte, geçmişe bakarken toplumsal vicdanı, adalet duygusunu ve devlet erkinin sorumluluğunu unutmamak gerekir. Toplumun huzuru ve güvenliği, yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda karar vericilerin etik sorumluluğu ve topluma karşı taşıdıkları saygı ile sağlanır. Bugün geri dönüp bakınca, kimi kararların ve uygulamaların, toplumda ne denli çelişkili ve düşündürücü karşılandığını daha iyi görebiliyoruz.
Geldiğimiz noktada, toplumsal meseleler karşısında alınan kararlar ve bu kararlara yönelik tepkiler, çoğu zaman ciddi bir ironiyle karşılanıyor. Artık sıradan yurttaşlar olarak, karar mekanizmalarının tutarsızlığına ya da çelişkili açıklamalara öylesine alıştık ki, eleştirilerimizi bile acı bir tebessümle yapmak zorunda kalıyoruz. Çünkü içinde bulunduğumuz sistemde, adaletin ve sorumluluğun nasıl bir elden yönlendirildiği, toplumun vicdanında büyük bir soru işareti olarak yer ediyor.
Öte yandan, geçmişte toplumsal hafızada derin yaralar bırakan olayların ardından, ülkeyi yönetenlerin kimi zaman affedilmesi güç, kimi zaman ise anlaşılması neredeyse imkânsız söylemleri ve kararları hafızalara kazınıyor. Devletin en yüksek mercilerinde, toplumun güvenliğini ve huzurunu tehdit eden eylemler karşısında gösterilen tavır ya da affetme eğilimi, halk arasında haklı bir şaşkınlık ve tartışma konusu oluyor. Bu tür çelişkiler, adaletin ve toplumsal barışın ancak samimi ve ilkeli tutumlarla sağlanabileceğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Fakat ne Yazık ki Evet,
Şimdi geçmişin acılarını, bugünün garipliklerini bir kenara bırakıp, klasik bir soruyla karşı karşıyayız: “Bunlar vatan haini mi?” Elbette bu sorunun cevabı, tarihin her döneminde popülerliğini koruyan “Kim neye göre hain?” tartışmasının içinde kaybolup gidiyor. Kimi zaman bir mühendis, kimi zaman bir işçi; bazen en üst makamdaki, bazen de sıradan yurttaş, bir anda “vatan haini” etiketiyle baş başa kalabiliyor. Bu ülkede, dün kahraman ilan edilenlerin bugün hain ilan edilmesi, hatta bir sonraki gün yine kahramanlık madalyası takılması hiç de şaşırtıcı değil.
İşte tam da bu yüzden, geçmişte yaşanan trajediler, bugünkü kararsızlıklar ve kimi zaman ironik uygulamalar, hepimizi gülümseten bir burukluk içinde düşünmeye itiyor. Çünkü tarihimizdeki çelişkiler ve “hain” kavramının esnekliği, mizahın en güçlü yakıtı oluyor. Vatanseverlik mi, hainlik mi, yoksa ikisinin arasında sonsuz bir gri alan mı? Bu sorunun cevabını vermek, adaletin ve vicdanın nasıl çalıştığına, karar vericilerin hangi rüzgârda sallandığına ve toplumun hangi hikâyeye inandığına göre değişiyor.
O halde, yüzümüzde ironik bir tebessümle şu gerçeği yineleyelim: Bu ülkenin geçmişinde de bugününde de, “hainlik” damgası çoğu zaman sadece bir eleştiri aracı, bir toplumsal refleks ya da en çok telaffuz edilen ama en az anlaşılan bir kelime olarak varlığını sürdürüyor. Kısacası, vatan haini mi, kahraman mı, yoksa sadece sistemin çarkında sıkışıp kalmış “bizden biri” mi? Herkesin kendi mizahi cevabı hazırdır mutlaka.
Öyleyse gelin, hafif bir tebessümle ve bolca ironiyle günümüzün en “kökü belirsiz” meselelerinden birine dalış yapalım: Babasının kim olduğu sürekli tartışılan, toplumun gündemine her düştüğünde bir yanıyla sahiplenilip bir yanıyla terk edilen o meşhur kavram, yani Anayasa! Sahi, bu Anayasa’nın babası kim? Herkesin dilinde ama kimsenin evinde barınamayan, bazı zamanlarda hatırlanıp bazı zamanlarda görmezden gelinen, hatta menfaatine göre evlatlık edinilen; işine gelirse bir anda sahiplenilip, işine gelmeyince kapı dışarı edilen bir “ailenin ferdi” olarak Anayasa’mıza şöyle ironik bir göz atalım mı?
“Ağızlara Sakız Oldu”
“Ağızlara sakız olmak” deyimi, Türkçede sıkça kullanılan ve genellikle olumsuz bir anlam taşıyan bir ifadedir. Bu deyim, bir kişinin, bir olayın ya da bir konunun sürekli olarak konuşulması, gündeme getirilmesi ve çoğu zaman gereğinden fazla ele alınarak sıradan veya alay konusu haline gelmesi anlamına gelir.
Bu deyimle, bir mesele ya da kişinin, insanların dilinde dolaşıp durduğu, tekrar tekrar konuşulup tartışıldığı, zaman zaman da küçümsenip hafife alındığı ifade edilir. “Ağızlara sakız olmak”, genellikle kişilerin hoşuna gitmeyen ya da utanılacak bir şekilde sürekli gündeme gelmek anlamında kullanılır.
- Bir ünlünün özel hayatı sürekli haber yapılınca, “Artık bu konu ağızlara sakız oldu, bırakın konuşmayı,” denebilir.
- Bir öğrencinin başarısızlığı okulda çok konuşulduğunda, “Çocuğun adı ağızlara sakız oldu,” şeklinde şikayet edilebilir.
- Sürekli ve gereksiz bir şekilde konuşulmak?
- Konu veya kişi önemini yitirip sıradanlaşır.
- Alay konusu olmak?
- İnsanlar arasında şaka, espri veya dedikodu malzemesi haline gelir.
- Gündemden düşmemek?
- Sık sık konuşulduğu için zamanla bıkkınlık yaratır.
Bu deyim, bir şeyin toplumun dilinde dolaşmasını ve sıradanlaşmasını vurgulamak için kullanılır. Özellikle, ciddiyetini ve değerini kaybetmiş bir şekilde sürekli tekrar edilen konular için “ağızlara sakız oldu” denir.
“Gerçekler acıtır” ifadesi, toplumda sıkça kullanılan ve derin bir anlam taşıyan bir deyimdir. Bu söz, genellikle insanların hoşuna gitmeyen, duymak istemedikleri ya da yüzleşmekten kaçındıkları gerçeklerle karşılaştıklarında söylenir. Buradaki “acı” kelimesi, fiziksel bir acıdan ziyade, duygusal veya psikolojik bir rahatsızlık, huzursuzluk anlamında kullanılır.
- Bir olayın, durumun ya da gerçeğin açıklanmasının veya ortaya çıkmasının, kişide ya da toplumda rahatsızlık yaratabileceğini anlatır.
- İnsanların çoğu zaman kabul etmek istemediği ya da inkâr ettiği durumlarla yüzleşmek zorunda kaldığında hissettikleri duygusal sarsıntıyı ima eder.
- Sıkça, gerçekle yüzleşmenin kolay olmadığı, bazen insanların kendilerini kandırmayı veya bir şeyleri görmezden gelmeyi tercih ettiği durumlarda kullanılır.
- Bir arkadaşınız, başarısızlığınızla ilgili dürüst bir yorum yaptığında ve siz bundan rahatsız olduğunuzda?
- “Gerçekler acıtır, ama duymam gerekiyordu.”
- Toplumda konuşulmayan bir problem gündeme geldiğinde?
- “Kimse konuşmak istemiyor çünkü gerçekler acıtır.”
“Gerçekler acıtır” deyimi, duyması ya da kabul etmesi zor olan gerçeklerin insanları rahatsız edebileceğini, bazen acı verebileceğini ifade etmek için kullanılır. Yüzleşilmesi gereken konular ya da saklanan hakikatler, açığa çıktığında çoğunlukla bir sarsıntı, üzüntü ya da hayal kırıklığı yaratır. Yine de, bu tür gerçeklerle yüzleşmek, bireylerin ya da toplumun gelişimi ve olgunlaşması için gereklidir.
İroninin en keskin haliyle, işte tam da burada “gerçekler acıtır” deyiminin karşılığı ortaya çıkıyor: Toplumun diline pelesenk olmuş, ağızlarda sakız haline gelmiş gerçekler, bir türlü gündemden düşmüyor. Ülkeyi yönetenlerin tavırları, çoğu zaman tartışmaların ana malzemesi olurken; Anayasa, işlerine geldiğinde hatırlanıyor, gelmediğinde ise arka planda kalıyor. Herkesin bildiği fakat dile getirmekten çekindiği hakikatler en sonunda öyle bir noktaya varıyor ki, artık kimse şaşırmıyor çünkü gerçekler, acı da verse bir şekilde toplumun hafızasına kazınıyor.
Evet, ironik bir şekilde burası Türkiye; işlerin böylesine alışılagelmiş şekilde yürütülmesine artık kimse şaşırmıyor. Bazen gerçeklerle yüzleşmekten başka çaremiz kalmıyor ve her defasında, “Maalesef böyle yönetiliyoruz,” demek zorunda kalıyoruz.
Mantıksal bir bakış açısıyla meseleye yaklaştığımızda, özellikle son dönemde yaşanan grevlerin ertelenmesi ve bu kararlara yönelik anayasal tepkiler, ülkede hukukun uygulanışı ile anayasal sürecin işleyişi konusunda yeniden tartışmaların doğmasına neden olmuştur. Vatandaşlar, anayasa ve temel haklar çerçevesinde alınan kararların şeffaf, adil ve hukuka uygun olmasını talep etmekte; bu durum toplumsal tartışmalara yeni bir boyut kazandırmaktadır. Türkiye'nin yönetiminde karşılaşılan güçlükler ve alınan kararlar, toplumun çeşitli kesimlerinde farklı tepkilere yol açabilmektedir. Bu nedenle, geçmişte yaşanan acıların ve hukuki tartışmaların ışığında, toplumsal uzlaşı ve hukuka bağlılık ilkelerine her daim önem verilmesi gerekmektedir. Geçmişte yaşanan acı olaylar, özellikle genç mühendislerin ve kamu görevlilerinin terör saldırılarında hayatını kaybetmesi, toplumda derin izler bırakmış ve teröre karşı ortak bir tavır oluşmasına ortam hazırlamıştır. Bu tür trajediler, toplumsal hafızada uzun süre yer edinmiş ve benzer olayların tekrar yaşanmaması için hukukun üstünlüğüne ve adalet mefhumuna duyulan güveni güçlendirmiştir.
Böylesi bir toplumsal ve hukuki atmosferde, Eti Maden grevinin ertelenmesi ve ardından gelen anayasa ihlali iddiaları gündeme gelmiştir. Baş varlık Erdoğan'ın aldığı kararlar ve bu kararların anayasaya uygunluğu, kamuoyunda hassasiyetle tartışılmaktadır. Anayasalar, bir ülkenin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, yönetim biçimini belirleyen en üst hukuk normlarıdır. Bu nedenle, anayasal düzenin korunması ve tüm kararların hukuki zeminde alınması büyük önem taşır. Yoksa bir varlığı bu kim olursa olsun tepkisi ile anayasa çalışmaz…
Toplum olarak geçmişten ders alıp, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün hep birlikte savunulması gerekmektedir. Mevcut gelişmeler ışığında, her bireyin sorumluluğu; eleştirilerini hukuk çerçevesinde ifade etmek ve ülkenin daha adil, daha özgür bir yapıya kavuşmasına katkı sunmak olmalıdır.
Geçmişte yaşanan acı olayları hatırlamak, ulusal hafızamız ve toplumsal sorumluluğumuz açısından büyük önem taşır. Özellikle genç mühendislerin ve kamu görevlilerinin görev yerlerinde terör saldırılarına kurban gitmesi, ülkemizin tarihindeki derin yaralardan bazılarıdır. Bu tür olaylar, toplumun bütün kesimlerinde haklı bir üzüntü ve öfkeye yol açmıştır.
Böyle acı olayların ardından, toplumun ve karar alıcıların sorumluluk bilinciyle hareket etmesi beklenir. Geçmişteki olayları ve bu olaylara ilişkin alınan siyasi kararları değerlendirirken; adalet, toplumsal barış ve hukukun üstünlüğü temel ilkeler olarak gözetilmelidir.
Bazı dönemlerde, kamuoyunu meşgul eden affetme ya da affedilme girişimleri tartışma konusu olmaktadır. Bu tür girişimlerin devletin temel ilkeleriyle, demokratik değerlere ve toplumsal vicdana uygun olup olmadığı, her ortamda Anayasa ve halkın koruyucusu olan yasalar çerçevesinde yapılan veya yapılması istenen her olgu kamuoyu tarafından sorgulanmalıdır. Tüm siyasi iradeler, kararlarını alırken toplumun adalet duygusunu ve ortak değerlerini göz önünde bulundurmakla yükümlüdür.
“Kuralsız kural koymak” ifadesi, hukuki veya toplumsal bir düzenin temelini oluşturan kuralların, bağlayıcılığı ve öngörülebilirliği ortadan kaldıracak biçimde keyfi olarak belirlenmesini anlatır. Yani, kuralların kişilere, zamana veya çıkar gruplarına göre değiştirilebilmesi anlamına gelir. Böyle bir sistemde, kanunlar herkes için eşit biçimde uygulanmaz; siyasi iktidarın ya da karar alıcıların anlık tercihleri, toplumsal düzeni belirler hâle gelir. Bu durum, hukuki güvenlik ilkesini zedeler ve insanların haklarını koruma mekanizmalarını işlevsiz kılar.
Yasaları etkilemek ise, mevcut yasaların bağımsızlığını ve tarafsızlığını bozacak şekilde, siyasi veya şahsi çıkarlar uğruna değiştirilmesi, esnetilmesi ya da uygulanmamasıdır. Bu tür müdahaleler, yasaların temel amacını toplumda adaleti, eşitliği ve düzeni sağlamak gölgeler ve hukuk devleti ilkesine zarar verir. Örneğin, anayasal olarak güvence altına alınmış bir hakkın, yürütme tarafından geçici çıkarlar için askıya alınması, “yasaları etkilemek” anlamına gelir.
Bu kavramlar, modern demokratik toplumlarda hukuk devletinin zayıfladığının, keyfiliğin ve belirsizliğin arttığının göstergesidir. Hukukun üstünlüğü ilkesinin korunması için, kuralların öngörülebilir, şeffaf ve herkes için eşit uygulanması gereklidir; aksi hâlde, “kuralsız kural koymak” ve “yasaları etkilemek”, toplumsal güveni ve adalet duygusunu derinden sarsar.
Diğer yandan, anayasal düzenin ve hukukun üstünlüğünün korunması, demokratik bir devletin vazgeçilmez şartıdır. Anayasal hakların ihlali iddiası gündeme geldiğinde, bu tür konuların gerek yargı organları, gerekse toplumun vicdanında şeffaf biçimde tartışılması gerekir. Özellikle anayasa çerçevesinde alınan veya eleştirilen kararlar, toplumsal denetimin ve ifade özgürlüğünün doğal sonucudur. Yukarıda da belirtiğimiz üzere her kim olursa olsun tepkisi ile yasalar etkilenemez…
Etki ve Tepki İlişkisi: “Etki Tepkiliden Geldiği Gibi Tepki de Etkiden Gelecektir”
Hukuki ve Toplumsal Bağlamda Etki-Tepki Döngüsünün Analizi
“Etki tepkiliden geldiği gibi tepki de etkiden geleceği unutulmamalıdır” ifadesi, toplumsal veya hukuki düzen içerisinde herhangi bir etkinin, doğrudan veya dolaylı şekilde bir tepkiyi doğuracağını; aynı şekilde, verilen her tepkinin de yeni bir etki yaratacağını vurgular. Buradaki temel düşünce, nedensellik ilkesidir: Hiçbir toplumsal ya da hukuki olay, tek başına, bağımsız bir şekilde ortaya çıkmaz. Her karar, eylem ya da değişiklik, başka bir kararı veya davranışı tetikler.
Bu söz, aslında Newton’un “her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır” şeklindeki fizik yasasına gönderme yapar, ancak burada toplumsal ve hukuki düzlemde kullanılır. Yani, hukukta ve toplumda alınan kararlar, uygulanan politikalar ve yapılan düzenlemeler, toplumsal bir tepki ve sonuç doğurur; bu tepkiler de zamanla yeni etkileri beraberinde getirir.
Etki ve Tepkinin Toplumsal Döngüsü
- Toplumsal Olaylar?
- Bir yasa değişikliği veya önemli bir siyasi karar (örneğin grevlerin ertelenmesi) toplumsal tepkilere yol açabilir. Bu tepkiler, protestolar, toplumsal tartışmalar, bireysel ya da kolektif hareketler şeklinde ortaya çıkar.
- Hukuki Sonuçlar?
- Alınan kararlar hukuki açıdan değerlendirildiğinde, anayasa veya yasa ihlali iddiaları gündeme gelebilir. Bu da karar alıcıların sorumluluğunun ve alınan kararların meşruiyetinin sorgulanmasına neden olur.
- Nedensellik ve Döngü?
- Etki ve tepki arasında sürekli bir döngü vardır. Bir etki (örneğin, bir hakkın kısıtlanması), ona karşı bir tepkiye (toplumsal veya hukuki itirazlara) yol açar; bu tepki ise yeni etkiler doğurur (örneğin, yasa değişiklikleri, politikaların gözden geçirilmesi).
Etki ve Tepki Nasıl Kardeş Olur?
Etki ve tepkinin “kardeş olması”, yani birbiriyle bütünleşik, kopmaz bir döngü oluşturması, toplumsal ve hukuki düzenlerin temelini oluşturur. Burada “kardeş” ifadesi, iki unsurun birbirinden ayrılmaz şekilde iç içe geçtiğini, karşılıklı olarak birbirini doğurduğunu belirtir.
Şu şekilde açıklanabilir:
- Bir karar veya eylem (etki) toplumsal bir yanıt (tepki) doğurur.
- Bu tepki, yeni bir karar veya düzenleme (yeni etki) için ortam hazırlar.
- Böylece her etki, ardında mutlaka bir toplumsal veya hukuki tepki bırakır ve bu tepki de ilerideki etkilerin temelini oluşturur.
Örneğin, anayasal bir hakkın kısıtlanması (etki) toplumsal muhalefet ve eleştirilere (tepki) yol açar; bu tepkiler ise ya kararın gözden geçirilmesini ya da yeni yasal düzenlemeler getirilmesini (yeni etki) tetikler.
Etki ve tepki ilişkisi, toplumsal ve hukuki hayatın vazgeçilmez döngüsüdür. Hiçbir etki tepkisiz, hiçbir tepki de etkisiz kalmaz. Hukukun üstünlüğü, toplumsal barış ve adalet duygusu, bu karşılıklı denge ve nedensellik üzerine inşa edilir. “Etkilendiği zaman buna yasa denmez… Buna kuralsız kural koymak denir” ifadesiyle de, hukuki düzenin keyfiliğe dayanmaması, her kararın toplumsal karşılığının ve meşruiyetinin gözetilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu noktada tekrar vurgulamak gerekirse, etki kadar tepkinin de birbirini doğurduğu, hatta tepkinin kaynağının çoğu kez bizzat etki olduğu unutulmamalıdır. Toplumsal ve hukuki düzenlerde, tepkinin etkiden farksız olduğu; kimi zaman tepkinin de yeni bir etkiye dönüştüğü bir döngü hâkimdir. Hukuk ve yasalar, sırf bir etkiyle şekil değiştiriyorsa, yalnızca ani tepkilere göre oluşturuluyorsa, bu düzene hukuk denemez. Böyle bir durumda karşımıza çıkan şey, “kuralsız kural koymak” olur; yani keyfiliğe dayalı, toplumsal meşruiyetten uzak düzenlemeler ortaya çıkar. Yasaların ve hukuk düzeninin gerçek anlamda var olabilmesi için, her etki ve tepkinin toplumsal karşılığı ve mantıksal bir temeli bulunmalıdır.
Bu nedenle, toplumsal ve hukuki meseleleri değerlendirirken öfke, ön yargı ve kutuplaşmadan uzak durmak, sorumlu ve ilkeli bir yaklaşım sergilemek önem kazanır. Ancak bu şekilde adalet duygumuzu, toplumsal barışımızı ve demokrasimizi koruyabiliriz. Geçmişin acılarını ve hatalarını unutmadan, ortak hafızamıza sahip çıkarak geleceğe daha bilinçli ve birlik içinde yürümek, her birimizin omuzlarında taşıdığı bir görevdir. Bu sorumluluk bilinciyle, yaşanan her olayda adaletin gözetilmesi, demokrasinin güçlendirilmesi ve toplumsal düzenin meşruiyet temeline dayandırılması gereklidir.
Tam da bu anlatılan döngüde, Eti Maden grevinin Baş insan kılığındaki varlık Erdoğan tarafından ertelenmesine verilen “Anayasa ihlali” tepkisi, toplumsal ve hukuki düzende tepkinin nasıl kaçınılmaz bir sonuç olduğunu gösteriyor. Grev hakkı, hem anayasal bir güvenceyle hem de evrensel insan haklarıyla korunan bir özgürlüktür. Bir hükümet ya da yönetici bu hakkı, toplumsal güvenlik gerekçesiyle de olsa sınırlandırdığında; toplumun, hukukçuların ve sendikaların buna tepki göstermesi, sürecin doğal bir uzantısıdır.
Çünkü anayasal hakların keyfi biçimde sınırlandırılması, “kuralsız kural koymak” anlamına gelir ve bu, hukukun üstünlüğüne zarar verir. Tepkinin kaynağı da tam olarak budur: Grevin ertelenmesi kararı, sadece bir idari işlem değil, aynı zamanda hukuki meşruiyetin ve toplumsal denge arayışının sorgulanmasına yol açar. Anayasa ihlali eleştirileri, bu tür kararların öfke ve ön yargıdan uzak, ilkesel bir temelde tartışılması ve toplumsal meşruiyetin gözetilmesi gereğine dikkat çeker.
TBB Başkanı bu kararı, grevin ertelenmesinin hem anayasal hem de evrensel insan hakları tarafından korunan temel bir özgürlüğe müdahale olduğunu belirterek eleştirmiştir. Anayasa’nın 54. maddesi, çalışanlara grev hakkı tanırken, bu hakkın yalnızca savaş, doğal afet gibi istisnai koşullarda ve ölçülü bir şekilde sınırlandırılabileceğinin altını çizer. "Milli güvenlik" gerekçesiyle alınan erteleme kararlarının, çoğu zaman toplumsal barışı değil, mevcut düzenin korunmasını öncelediğini ifade eden Erinç Sağkan, bu tür müdahalelerin anayasal güvenceleri zedeleyerek hukuki meşruiyeti sorgulanır hale getirdiğini vurgulamıştır.
Erinç Sağkan’a göre, anayasal hakların keyfi biçimde sınırlandırılması, toplumda adalet ve hukuk devleti inancını sarsar; “kuralsız kural koymak” olarak adlandırılan bu yaklaşım, hukukun üstünlüğüne zarar verir. Erteleme kararı, yalnızca idari bir işlem değil, toplumsal denge ve meşruiyet arayışının da merkezine oturur. Bu nedenle TBB Başkanı, grev hakkının bu şekilde sınırlandırılmasının, hukukun evrensel ilkeleriyle ve Anayasa'nın ruhuyla bağdaşmadığını, tepkinin de tam olarak buradan doğduğunu belirtmiştir.
Grev hakkı, sendikaların ve çalışanların toplumsal taleplerini demokratik ve barışçıl yollarla ifade edebilmeleri için vazgeçilmez bir güvencedir. Bu hakkın, idari kararlarla ve toplumsal meşruiyet göz ardı edilerek sınırlandırılması, Anayasa'nın ihlali anlamına gelir. Erinç Sağkan, toplumsal ve hukuki tepkilerin temelinde, tam da bu hak ve özgürlüklerin korunması gerekliliğine dikkat çekmektedir.
Bu noktada, kamuoyunda da sıkça dile getirilen şu sorular ortaya çıkıyor: Acaba gerçekten bizlerin bilmediği olağanüstü bir durum mu var? Bir savaş ya da büyük bir terör tehdidi mi söz konusu, yoksa alınan karar yalnızca bazı çıkar çevrelerinin mi zedelenmesinden ibaret? Toplumun merak ettiği bir başka husus ise, Baş insan kılığındaki varlık Recep Tayyip Erdoğan’ın grev erteleme kararının neden tam da perşembe günü, en kritik anda gündeme geldiği.
Bu tür soruların yanıtı, çoğu zaman kararın gerekçesinde değil, zamanlamasında saklıdır. Erteleme kararının açıklanma tarihi, toplumun dikkatinin başka başlıklara çevrilmek istendiği, gündemin bilinçli olarak şekillendirildiği izlenimini uyandırabiliyor. Savaş, olağanüstü hâl veya büyük çaplı bir terör saldırısı bulunmadığına göre, resmi açıklamada belirtilen “milli güvenlik” gerekçesinin toplumsal karşılığı sorgulanıyor. Böyle dönemlerde alınan kararlar, çoğunlukla güncel siyasi, ekonomik veya toplumsal hassasiyetlerle de bağlantılı olabilir.
Grev hakkının baskılanmasının ardında kimi zaman uluslararası yatırımcılar, kimi zaman ise üretim hedeflerinin ve ekonomik istikrarın korunması gibi gerekçeler öne sürülür. Ancak bütün bu gerekçeler, kararın toplumsal meşruiyetinin ve hukuki dayanağının tartışmaya açılmasına engel olmaz. Zamanlamanın ise tesadüflerle açıklanamayacak kadar stratejik olduğu ortadadır. Perşembe günü yapılan açıklama, hafta sonuna yaklaşırken toplumsal tepkilerin sönümlenmesi, gündem yoğunluğunda kararın etkisinin azaltılması gibi nedenlere de bağlanabilir.
Tüm bu sorular ve şüpheler, toplumsal ve hukuki düzenin şeffaf, öngörülebilir ve meşruiyet temelli olması gereğini bir kez daha hatırlatıyor. Son tahlilde, kamuoyunun ve hukukçuların bu karara verdiği tepki, yalnızca bir grevin ertelenmesine değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplumsal adaletin korunmasına yönelik bir uyarı niteliğindedir.
Nitekim, Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından alınan grev kararı “milli güvenliği bozucu nitelikte” değerlendirilerek 60 gün süreyle ertelendi. Bu tür müdahalelerin odağında, yalnızca hukukun teknik sınırları değil, aynı zamanda toplumsal meşruiyet ve demokratik dengeye dair tartışmalar yer alıyor. Kararın gerekçesi olarak milli güvenlik gösterilse de, kararın zamanlaması ve etkileri kamuoyunda geniş yankı uyandırdı.
Bor Madeni için o zamanlarda araştırmam konusu, ve de Türkiye’de Bor Madenlerinin İşlevleri ve Dünya Rezervlerindeki Yeri idi Güncel olarak kısaca Şöyle…
Borun Tanımı, Kullanım Alanları ve Türkiye’nin Stratejik Önemi
Bor Madeni Nedir?
Bor, periyodik tabloda B sembolüyle yer alan, doğada genellikle bileşikler halinde bulunan bir elementtir. Bor mineralleri, özellikle boraks, kolemanit, tinkal ve üleksit, endüstriyel açıdan büyük öneme sahiptir. Elementel bor doğada saf halde nadiren bulunur; en yaygın haliyle oksijenle birleşmiş borat mineralleri şeklinde rastlanır.
Borun Kullanım Alanları
Bor ve bor bileşikleri günümüzde birçok sanayi kolunda hayati rol oynamaktadır. Başlıca kullanım alanları şunlardır:
- Cam ve Seramik Sanayi?
- Bor bileşikleri, özellikle borosilikat cam üretiminde, camın ısıya ve kimyasallara dayanıklı olmasını sağlar. Laboratuvar camları, mutfak eşyaları ve otomotiv camları bor katkısıyla üretilir.
- Deterjan ve Temizlik Ürünleri?
- Boraks, deterjanların temizleme gücünü artırır ve suyun sertliğini azaltır.
- Zirai İlaçlar ve Gübreler?
- Bitkiler için eser miktarda bor gereklidir. Borlu gübreler, topraklarda eksikliği görüldüğünde mahsul verimini artırır.
- Metalurji ve Alaşımlar?
- Çelik ve diğer metallerin sertliğini, dayanıklılığını artırmak için bor kullanılır. Ayrıca kaynak elektrotlarında da yer alır.
- Nükleer Sanayi?
- Bor, nötron emici özelliğiyle nükleer reaktörlerde güvenlik amaçlı tercih edilir.
- İlaç ve Sağlık?
- Bazı bor bileşikleri antibakteriyel ve antifungal özellikler taşır, ayrıca yeni nesil tıbbi uygulamalarda araştırılmaktadır.
- Enerji Depolama?
- Lityum iyon bataryalarda ve geleceğin enerji teknolojilerinde bor bileşiklerine artan bir ilgi vardır.
Türkiye’nin Bor Rezervlerindeki Yeri
Türkiye, bor mineralleri açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bor rezervleri bakımından dünyada ilk sırada yer almakta, sahip olduğu potansiyel ile küresel pazarda stratejik bir öneme sahiptir.
- Dünya bor rezervlerinin yaklaşık %73’ü Türkiye sınırları içindedir.
- Türkiye’yi Arjantin, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri takip etmektedir.
- Türkiye’nin bor mineralleri bakımından en önemli bölgeleri Eskişehir (Kırka), Balıkesir (Bigadiç), Kütahya (Emet) ve Bursa (Kestelek)’tir.
- Eti Maden İşletmeleri, Türkiye’de borun çıkarılması, işlenmesi ve ihracatı faaliyetlerini tek yetkili kamu kurumu olarak yürütmektedir.
Türkiye’de Bor Üretimi ve İhracatı
Türkiye, dünya bor üretiminin ve ihracatının da büyük kısmını üstlenmektedir. Eti Maden, dünyanın en büyük bor üreticisi ve ihracatçısı konumundadır.
- 2020 yılı itibariyle Türkiye’nin dünya bor üretimindeki payı %60’ın üzerindedir.
- Türkiye’de çıkarılan bor ürünlerinin önemli kısmı yurtdışına ihraç edilmekte, başta Avrupa, ABD ve Uzak Doğu ülkeleri olmak üzere 100’den fazla ülkeye gönderilmektedir.
Bor madeni, modern endüstrinin pek çok alanında vazgeçilmezdir. Türkiye, sahip olduğu geniş bor rezervleriyle yalnızca madencilik değil, enerji, tarım, savunma ve ileri teknoloji sektörlerinde de stratejik bir rol üstlenmektedir. Dünya bor rezervlerinin yaklaşık dörtte üçüne sahip olan Türkiye, sürdürülebilir madencilik ve ileri teknoloji uygulamaları ile bu avantajı küresel düzeyde değerlendirmektedir.
Borun bu denli stratejik bir öneme sahip olduğu bir dönemde, ülkeler arası güç dengeleri ve enerji savaşlarının giderek sertleştiği uluslararası ortamda alınan her karar mercek altına alınıyor. Özellikle de, nükleer savaş olasılığının gündemde olduğu, küresel rekabetin yeni bir boyuta taşındığı bir süreçte, Türkiye’nin sahip olduğu devasa bor rezervleri bir kez daha küresel aktörlerin ilgi odağı haline geliyor.
Son zamanlarda Eti Maden İşletmeleri’ne bağlı Ankara, Balıkesir (Bigadiç), Eskişehir (Kırka) ve Kütahya (Emet) işletmelerinde alınan grev erteleme kararları, yalnızca işçi-işveren ilişkileri açısından değil, aynı zamanda uluslararası çıkarlar bağlamında da kritik bir tartışma yaratıyor. Borun madencilikten ileri teknolojiye, enerjiden savunmaya kadar geniş bir kullanım yelpazesi bulunurken, bu sektördeki herhangi bir aksamada küresel arz zinciri de doğrudan etkileniyor.
Grev erteleme kararının perde arkasında, ülkenin bor üretiminde yaşanacak herhangi bir aksamadan endişe duyan dış güçlerin özellikle ABD gibi dünya bor piyasasında söz sahibi olmak isteyen ülkelerin dolaylı etkisi olabileceği yönünde çeşitli iddialar gündemde. Türkiye’nin bor üretiminin ve ihracatının anahtarı olan bu dört büyük işletmede üretimin kesintiye uğraması, yalnızca ulusal ekonomi için değil, uluslararası pazarlarda da büyük dalgalanmalara yol açabilir. Bu yüzden, alınan kararın, kimi çevrelerce ulusal çıkarların korunması, kimilerince ise dış baskıların bir sonucu olduğu ileri sürülmekte.
ABD başta olmak üzere büyük ekonomilerin ve savunma sanayilerinin bor tedarikine duyduğu ihtiyaç göz önüne alındığında, bu tür stratejik kararların perde arkasında farklı uluslararası baskı ve çıkar dengeleri bulunabileceği tartışılmaktadır. Bor rezervleriyle ilgili olarak alınan her karar, Türkiye'nin küresel pazardaki konumunu ve elindeki stratejik gücü doğrudan etkilemektedir. Nihayetinde, grev erteleme kararının hangi unsurları kapsadığı ve kimlerin çıkarlarını zedelediği soruları, yalnızca sendikal haklar değil, aynı zamanda küresel jeopolitik ve ekonomik dengeler açısından da önem taşımaktadır.
Kamuoyunda, grev erteleme kararının hangi unsurları kapsadığı ve hangi çıkarları zedelediği de tartışılıyor. Özellikle işçi hakları ve sendikal örgütlenme özgürlüğüyle, ülkenin stratejik kaynaklarının güvenliği arasında hassas bir denge gözetiliyor. Sonuç olarak; Türkiye’deki bor işletmelerinde alınan her karar, sadece yerel değil, aynı zamanda küresel ölçekte de yankı buluyor ve çıkar çatışmalarının gölgesinde çok boyutlu değerlendirmeleri beraberinde getiriyor.
Son günlerde işçi sendikalarının talepleriyle ilgili önemli gelişmeler yaşandı. Hafta başında, Türk-İş'e bağlı sendikalar, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde yaşanan tıkanmanın ardından grev kararı aldıklarını kamuoyuyla paylaştılar. Bu kararın ilk etapta yaklaşık 2 bin 100 işçinin katılımıyla yarın Eti Maden'de uygulanacağı duyuruldu. Böylesine stratejik bir dönemde, böylesi geniş katılımlı bir grev adımının gündeme gelmesi, sektör temsilcileri ve analistler için sürpriz olmadı; zira hem sendikal hak arayışının geldiği nokta hem de borun küresel arz zincirindeki kritik rolü göz önüne alındığında, taraflar arasındaki gerilimin bu seviyeye ulaşabileceği öngörülüyordu. Özellikle son dönemde uluslararası baskıların ve ekonomik çıkarların yoğunlaştığı bir ortamda, grev kararının uygulanması ihtimalinin artmış olması dikkat çekiyor.
Grev Erteleme Kararları ve TBB Başkanı’nın Tepkisi: Anayasa İhlali İddiası
Bor Sektöründeki Gelişmeler ve Hukuki Tartışmalar
Bor Sektöründe Stratejik Gelişmeler ve Grev Erteleme Kararı
Türkiye, dünya bor üretiminin %60’ından fazlasını gerçekleştirerek, küresel enerji ve savunma sanayilerinde stratejik bir aktör konumundadır. Özellikle Eti Maden’e bağlı büyük işletmelerde işçi sendikalarının başlattığı grev kararı ve bu grevin ertelenmesi, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda hukuki ve toplumsal sonuçlarıyla da dikkat çekmektedir. Grevlerin ertelenmesi, ulusal çıkarlar ve uluslararası dengeler açısından kritik değerlendirmelere konu olurken, bu süreçte işçi hakları ve sendikal özgürlüklerin korunup korunmadığı da tartışılmaktadır.
TBB Başkanı'nın Tepkisi
Son dönemde alınan grev erteleme kararlarına karşı Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı'nın sert tepkisi gündeme gelmiştir. TBB Başkanı, sendikal hakların Anayasa tarafından güvence altına alındığını, grev hakkının ise temel bir anayasal hak olarak tanındığını vurgulamıştır. Başkan, “grevlerin her defasında ‘milli güvenlik’ veya ‘genel sağlık’ gerekçesiyle ertelenmesi, Anayasa’nın 54. maddesinin açıkça ihlali anlamına gelir” şeklinde bir açıklama yapmıştır.
Anayasa'nın 54. Maddesi Ne Diyor?
Anayasa’nın 54. maddesine göre, işçiler grev ve toplu iş sözleşmesi hakkına sahiptir. Ancak grev hakkı, “milli güvenlik” veya “genel sağlık” gibi istisnai durumlarda, Bakanlar Kurulu kararıyla ertelenebilir. Bununla birlikte, bu istisnaların sürekli ve geniş biçimde uygulanmasının, grev hakkını tamamen işlevsiz hale getirebileceği ve Anayasal güvencenin fiilen ortadan kaldırılabileceği endişesi hukukçular ve sendikalar tarafından sıkça dile getirilmektedir.
Anayasa İhlali İddiası Neye Dayanıyor?
TBB Başkanı’na göre, grevler henüz başlamadan veya başlamasının hemen ardından alınan erteleme kararları, anayasal hakkın kullanılmasını engelliyor. Başkan, uygulamanın “sürekli bir prosedüre” dönüşmesinin ve her kritik sektörde grevlerin aynı gerekçelerle ertelenmesinin, anayasanın öngördüğü dengeyi bozduğunu ifade ediyor. Ayrıca, grev hakkının, sendikal örgütlenme özgürlüğüyle birleştiğinde, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün temel taşlarından biri olduğunu belirtiyor.
Kamuoyunda Tepkiler
Kamuoyunda, TBB Başkanı’nın açıklamaları geniş yankı buldu. Bazı çevreler, milli kaynakların korunmasının ve stratejik sektörlerde üretimin sürekliliğinin gerekliliğini savunurken, diğerleri işçi haklarının ve anayasanın ihlal edildiği görüşünü öne çıkardı. Sendikalar ise, grev hakkının yalnızca kağıt üzerinde kalmaması gerektiğini, aksi halde toplu pazarlık gücünün yok olacağını belirtiyor.
Türkiye’nin stratejik bor sektöründe alınan grev erteleme kararları, yalnızca ekonomik veya uluslararası açıdan değil, aynı zamanda anayasal haklar ve toplumsal özgürlükler çerçevesinde de tartışılmaktadır. TBB Başkanı’nın tepkisi ve Anayasa ihlali iddiası, bu karmaşık sürecin hukuki boyutunu gün yüzüne çıkarmakta; grev hakkının korunması ve anayasal ilkelerin gözetilmesi gerekliliğini bir kez daha gündeme getirmektedir.
TBB Başkanı Erinç Sağkan’ın Grev Ertelemesine Tepkisi
Anayasal Haklar ve Yargı Kararları Işığında Eleştiriler
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Erinç Sağkan, Türkiye Maden İşçileri Sendikasının grev kararının Recep Tayyip Erdoğan tarafından ertelenmesine yönelik tepkisini kamuoyuna özellikle sosyal medya platformu X (eski adıyla Twitter) üzerinden yaptığı açıklamalarla güçlü şekilde ortaya koydu.
Sağkan’ın X Hesabındaki Tepkisi
Erinç Sağkan, grev ertelemesiyle ilgili olarak X hesabından yaptığı paylaşımda, yargı kararlarının ve anayasal hakların sürekli olarak ihlal edildiğine dikkat çekti. Konuyla ilgili açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
- “Neredeyse her alanda Anayasa Mahkemesi kararlarının hiçe sayılmasıyla karşılaşıyoruz.”
Bu cümleyle, sadece grev ertelemesi sürecinde değil, genel olarak anayasal düzeni ve yargı kararlarını görmezden gelen bir uygulama pratiğine karşı duyduğu rahatsızlığı vurgulamıştır.
AYM Kararlarına Atıf ve Hukuki Değerlendirme
TBB Başkanı Sağkan, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) grev erteleme kararlarına ilişkin geçmiş içtihatlarını da hatırlatarak, yetkililerin “milli güvenlik” gerekçesini somut hiçbir dayanak olmadan kullandıklarını belirtmektedir. Açıklamasında şu şekilde görüş bildirmiştir:
- “AYM, 2015 tarihli Kristal-İş kararında, grev ertelemelerinde millî güvenlik gerekçesinin hiçbir somut dayanağa bağlanmadan kullanılamayacağını açıkça belirtmişti.”
- “AYM, aynı tespiti Birleşik Metal-İş kararında da yinelendi.”
- “Ama o günden bu yana 14 grev daha, yine soyut bir şekilde ‘milli güvenliğin bozulduğu’ gerekçesi öne sürülerek ve hiçbir somut açıklama getirilmeden ertelendi.”
Bu ifadelerle Sağkan, iktidarın AYM’nin belirttiği hukuki esaslara aykırı şekilde hareket ettiğini, milli güvenlik gerekçesinin hiçbir somut veriyle desteklenmeden rutin olarak ileri sürüldüğüne dikkat çekmektedir.
Anayasa’nın 51. Maddesindeki Güvenceler ve İhlal İddiası
Başkan Sağkan, sendikal hakların Anayasa’nın 51. maddesiyle güvence altına alındığını vurgulayarak şunları belirtmiştir:
- “Bu uygulama açıkça Anayasa'nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkını ihlal etmektedir.”
Sağkan’a göre, grev hakkının işlerliğini yitirmesine neden olan bu tür idari işlemler, anayasanın sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık haklarına yönelik doğrudan bir müdahale niteliği taşımaktadır.
Sonuç
TBB Başkanı Erinç Sağkan, grevlerin ertelenmesine yönelik Recep Tayyip Erdoğan’ın hiçbir yetkisi olmadan kararlarının, anayasal hakların ve AYM kararlarının ihlali anlamına geldiğini; milli güvenlik gerekçesinin somut deliller olmadan kullanılmasının hukuken kabul edilemez olduğunu açıkça ifade etmiştir. Sağkan’ın açıklamaları, sendikal hakların ve anayasal güvencelerin korunması yönündeki hassasiyetin altını çizerken, toplumsal ve hukuki tartışmanın sürmesine de zemin hazırlamıştır.
Saygılar…
Cessur Demirali GÜRSU