Rogg & Nok;
A ve B Arasında Çizilen Çizgi…
Mantıksal ve Yapısal Özet ile Analitik Yorum
Temel Yapılar, Anlam Katmanları ve Kavramsal Analiz, Hukukun Güç Karşısındaki Sınavı ve Yerleşik Savaş Kavramı Üzerine Bir Değerlendirme, Savaşın Hukuki Evrimi, Toplumsal Etkileri ve Barışa Giden Yolun Analizi, Aktörler, Normlar ve Gerçeklik Arasında Uluslararası Barış Arayışı, Kellogg-Briand Paktı ve Sonrasında Dönüşen Normlar Işığında Bir Değerlendirme, 20. yüzyıldan günümüze uluslararası hukuk ve savaşın yasaklanmasının dönüşümü, Küresel Normlar, ABD'nin Rolü ve Yaptırımların Evrimi Üzerine, Uluslararası Düzenin Dönüşümü ve Meşruiyet Tartışmaları
A ve B noktaları arasında çizilen çizgi, yalnızca geometriye özgü bir şekil olmaktan öte, soyut düşünceyle somut gerçekliğin kesişiminde yer alan temel bir kavramı temsil eder. Mantıksal açıdan, A'dan B'ye uzanan doğru parçası, iki sabit nokta arasında tanımlanan en kısa ve tekil bağlantıdır; doğrusal bir ilişkiyi, başlangıcı ve sonu net biçimde belirlenmiş bir süreci simgeler.
Yapısal olarak, doğru parçası, başı ve sonu belirli, kapalı ve sonlu bir sistemdir. Uç noktaları sabittir ve bu noktalar dışında hiçbir yere uzanmaz. Bu belirgin sınırlar, matematiksel modellemede netlik ve kesinlik sağlar; bir sistemin hangi elemanlar arasında, hangi koşullarda işlediğini somutlaştırır.
Analitik olarak bakıldığında ise, doğru parçası üzerinden iki nokta arasındaki mesafe kolaylıkla hesaplanabilir ve bu, özellikle koordinat sistemi üzerinde soyut niceliklerin ölçülmesinde ve karşılaştırılmasında merkezi bir rol oynar. Doğru parçasının uzunluğu, bir niceliğin mutlak değerini, iki kavram arasındaki farkı veya birleşme noktasını sayısal biçimde ortaya koyar.
Özetle, A ve B arasındaki çizgi, hem zihinsel hem fiziksel dünyada, sınırların, ilişkilerin ve ölçülebilir bağlantıların simgesi olarak karşımıza çıkar. Bu çizgi, yalnızca iki noktanın birleşimi değil, aynı zamanda aralarındaki ilişkinin, yolculuğun ve ortak zeminin de görsel ve kavramsal ifadesidir.
İlk bölümde, matematikte doğru parçası kavramı üzerinden noktalar arası ilişkilerin en kısa, düzenli ve sınırlandırılmış biçimi anlatılırken; çok sayıda noktanın birleştirilmesiyle ortaya çıkan çokgenler ve özel olarak üçgen ile dörtgenin oluşum sürecine değiniliyor. Üçgenin geometri açısından temel yapı taşı olduğu vurgulanıyor, ayrıca üçgenin mitolojik ve kültürel düzlemde taşıdığı sembolik anlamlar tartışılıyor: üç noktanın bir araya gelmesinin hem formel hem de simgesel açıdan “bütünlük” ve “dengeli düzen” yarattığı gösteriliyor. Üçgen, geçmiş-şimdi-gelecek gibi zamansal döngüleri, eril-dişil enerjinin birleşimini ve kutsal birliği simgeleyen evrensel bir motif olarak ele alınıyor.
Sonraki bölümde ise “kudret” kavramı etimolojik kökleriyle tanımlanıyor; gücün, yetinin, etkinin çok katmanlı bir kavram olarak bireysel, toplumsal ve metafizik düzeylere yayıldığı anlatılıyor. Felsefi açıdan kudret; varlığın kendini gerçekleştirme kapasitesi, değişim ve etkileşim yaratma gücü olarak tanımlanıyor. Nietzsche’nin güç istenci ve Spinoza’nın varlıkta kudret anlayışı, bu tartışmanın farklı felsefi yaklaşımları olarak sunuluyor. Bireyin karar verme ve eylemde bulunma yetisiyle ilgili olarak “edimsel kudret” kavramına da vurgu yapılıyor.
İki metin bir araya geldiğinde, soyut matematiksel ilişkiler ile felsefi kavramlar arasında şaşırtıcı bir yapısal paralellik gözleniyor. Noktalar arasındaki doğru parçaları ve onların oluşturduğu üçgen ya da dörtgenler, aslında sistemli bir ilişki kurma ve bütün oluşturma çabasıdır. Tıpkı üçgenin varoluşu için üç noktanın birbirine bağlanması gerektiği gibi, kudret kavramı da bir varlığın kendi potansiyelini ortaya koyabilmesi ve etki edebilmesi için gerekli olan temel yapıtaşlarını simgeler.
Matematikte doğru parçası, iki nokta arasındaki en kısa ve güvenilir bağlantıyı temsil ederken; felsefede kudret, bir varlığın kendi içsel dinamiğiyle anlam kazanması ve çevresine etkide bulunabilmesi için gereken asli güç olarak öne çıkar. Her iki alanda da, “bağlantı kurmak” ve “bütünlük” yaratmak, temel işlev olarak göze çarpar.
Mitolojik üçgen sembolizmiyle kudretin metafizik anlamları arasında ise, insanlığın evreni anlama ve düzen içinde konumlanma çabası ön plandadır. Geometrinin kesinliğinden kudretin soyutluğuna giden bu yol; düzen, denge ve anlam arayışının disiplinler arası bir yansıması olarak okunabilir.
Matematiğin ve felsefenin temel yapı taşlarını anlamak, insanın hem zihinsel hem de varoluşsal düzeyde evrenle kurduğu bağları ve içsel kudretini keşfetmesi anlamına gelir. Her bir doğru parçası, her bir kudret eylemi, bütünün anlamını çoğaltan ve insanı hem madde hem de mana düzleminde yeniden inşa eden köprülerdir.
Modern dünyada hukuk ve güç arasındaki ilişki, büyük ölçüde denetim ve etik ilkelere bağlı olarak şekilleniyor. Metinde de öne çıktığı gibi, günümüzde uluslararası hukuk normlarının zayıfladığı, savaş tehdidinin yeniden olağanlaştığı ve hukukun pratikte sıkça araçsallaştırıldığı bir döneme tanıklık ediyoruz.
Özellikle Batı bloğu hukukçularının kaygıları, normların yalnızca metinlerde değil, uygulamada ve etik sorumlulukta yaşatılması gerektiğinde odaklanıyor. Hukuk, bağımsız yargı, şeffaflık ve toplumsal denetimle güç karşısında direnç gösterebilir; ancak bu unsurlar zayıfladığında hukuk, güç sahiplerinin elinde bir propaganda aracına dönüşme riski taşır.
ABD’nin barış idealiyle özdeşleşmiş politikalardan saparak, askeri güç tehdidini ve doğrudan güç kullanımını ön plana çıkarması, uluslararası hukuk normlarının aşınmasına ve küresel düzeyde yeni bir güç dengesi krizine yol açmıştır. Bu değişim, yalnızca devletler arası ilişkilerde değil, toplumların hak ve özgürlüklerinde de derin yaralar açmaktadır.
Tarihsel olarak, savaş yasağı ve toprak fethi yasağı, devletler arası barış ve adaletin güvencesi olarak görülmüştü. Ancak normların erozyonu, yalnızca hukukun güvenliğini değil, uluslararası toplumsal vicdanı da tehdit ediyor. Bugün, hukuk sistemlerinin meşruiyetini sürdürebilmesi için, sadece metinlerdeki normlara değil, uygulamadaki etik sorumluluklara ve toplumsal denetime dayalı bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç var.
Hukukun toplumsal adalet ve barışın gerçek güvencesi olabilmesi için, güç odaklarının baskısına karşı dirençli, yenilikçi ve etik ilkelere bağlı bir hukuk geleneğinin yaşatılması zorunludur. Aksi halde, normların çöküşü, yalnızca bireysel değil, küresel düzeyde bir güvenlik ve adalet bunalımına yol açacaktır.
Yerleşik savaş düzeni, savaşın belirli kurallara ve normlara dayandırılmasıyla, uluslararası ilişkilerde olağan ve tekrarlanan bir pratik haline gelmiştir. Bu düzenin en önemli handikapı; hukukun üstünlüğünün ve evrensel etik değerlerin geri plana itilmesi, güçlü aktörlerin çıkarlarının öncelik kazanmasıdır. Tarihsel bağlamda, savaşın meşruluğu devletlerin haklarını güç yoluyla aramalarıyla ilişkilendirilmiş ve fetihler yasal kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak, askeri güç uluslararası ilişkilerde norm belirleyici olmuştur.
Bu yapının toplumsal etkileri ise derindir: Sivillerin haklarının ihlal edilmesi, toplumsal vicdanın zedelenmesi ve barışın tesisi için gerekli ortak normların aşınması gibi sonuçlar doğurmuştur. Hukuki açıdan, tarafsız yargı mekanizmasının yokluğu ve ekonomik yaptırımların yanlış uygulanışı çatışmaları artırmış, uluslararası işbirliğini zayıflatmıştır.
Barışa geçiş ise çok boyutlu ve zahmetli bir süreçtir. Kalıcı barış için yalnızca çatışmanın sona ermesi yetmez; geçmişin hakikatle değerlendirilmesi, adaletin tesisi ve kapsayıcı diyalogla toplumsal uzlaşının sağlanması gerekir. Bu noktada, barış inşası; tarihsel mağduriyetlerin tanınması, savaş suçlarının adil şekilde yargılanması ve her kesimden bireylerin katıldığı müzakere süreçleriyle güçlenir. Savaşın kurumsallaşmasına ve meşrulaştırılmasına karşı geliştirilmiş eleştiriler, barışın toplumsal ve hukuki temellerinin güçlendirilmesi açısından kritik önemdedir.
Savaşın yerleşik bir düzen halini aldığı, hukuk ve etik normların geri plana itildiği dönemler, kalıcı barışın inşasında en büyük engellerden biridir. Toplumların bu düzeni sorgulaması ve uluslararası normlara, hukukun üstünlüğüne daha sıkı sarılması; çatışma döngüsünden çıkmak ve adil, kapsayıcı bir barış ortamı tesis etmek için vazgeçilmezdir.
Barış kavramının modernleşme süreci, yirminci yüzyıl savaşlarının ardından uluslararası hukukun ve kolektif güvenlik ilkelerinin inşasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Savaşın yalnızca askeri anlamda değil, diplomatik ve hukuki düzlemde de dönüşümü, barışın sürdürülebilirliği için yeni normlar ve mekanizmalara ihtiyaç doğurmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti, Kellogg-Briand Paktı ve Stimson Doktrini gibi girişimler, savaşın politika aracı olarak kullanılmasının yasaklanmasına ve uluslararası hukuk düzeninin güçlendirilmesine zemin hazırlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla, kuvvet kullanma yasağı ve saldırgan savaşın cezalandırılması uluslararası düzeyde norm haline gelmiştir.
Ancak, bu hukuki-etik sistemin zaafları ve uygulamadaki güçlükleri, özellikle büyük devletlerin siyasi çıkarlarını öncelemesiyle belirginleşmiştir. Küresel sistemde norm ve yaptırımların esnetilmesi ya da devre dışı bırakılması, uluslararası toplumun kolektif güvenlik ve barış anlayışını temelden sarsmıştır. Dolayısıyla, barışın geleceği yalnızca normların varlığına değil, bunların etkin biçimde savunulmasına ve uygulanmasına bağlıdır.
Bu çerçevede, uluslararası düzlemde “doğru mücadele” kavramının önemi belirginleşmektedir. A ve B noktaları arasındaki mücadele, sembolik olarak etik ve hukuki dönüşümün gerçekleştiği alanı temsil eder. Doğru mücadele; kısa vadeli çıkarların ötesine geçerek, evrensel değerler ve insan hakları temelinde kalıcı çözümler üretmeyi amaçlar. Sadece rekabetin yönetilmesi değil, toplumsal dönüşüm ve yeni bir düzenin inşası da bu yaklaşımın parçasıdır.
Barış ve adaletin inşasında doğru mücadele, karmaşık ve çok katmanlı bir süreçtir. Savaş ve çatışmanın ardından geliştirilen uluslararası hukuk normlarının, siyasi iradeyle esnetilebildiği ve güç odaklı uygulamalara açık olduğu günümüz dünyasında, doğru mücadele olgusu bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu mücadele, hem normatif hem de pratik düzeyde sürdürülebilirliği hedefler; barış, adalet ve kolektif iyileşme gibi kavramlara öncelik verir.
Doğru mücadele, normlara bağlılığı, şeffaflığı, hesap verebilirliği ve kolektif hareketi merkezine alır. Bu ilkeler, ulusal çıkarların ötesinde, uluslararası topluluğun ortak iradesini ve evrensel değerleri korumaya yönelik bir çerçeve sunar. Esasında, barışın kalıcılığı ve adaletin tesisi, bireylerin ve devletlerin etik sorumluluk bilinciyle hareket etmelerine ve hukuki aşınmalara zamanında müdahale etmelerine bağlıdır.
Barışın ve adaletin geleceği, normların ve hukukun kağıt üzerindeki varlığından ziyade, bunların sahici biçimde savunulmasında ve kolektif dayanışmayla uygulanmasında yatmaktadır. Güçlü devletlerin normları zayıflatması, yalnızca bölgesel istikrarsızlığa değil, tüm dünyada uzun vadeli tehditlere yol açabilir. Bu nedenle, doğru mücadele anlayışı, uluslararası sistemin sürdürülebilirliği ve barışın inşası için vazgeçilmez bir dayanak noktasıdır.
Uluslararası düzeyde barışı sağlamak için geliştirilen normlar ve girişimler, tarih boyunca idealizm ve gerçeklik arasındaki gerilimle şekillenmiştir. Savaşın yasaklanması fikri, teoride güçlü bir dayanak sunarken pratikte ciddi sınırlarla karşılaşmıştır. Yine de uzun vadeli perspektifte, bu tür normatif adımlar uluslararası hukuk ve barış düzeninin inşasında önemli kilometre taşları olarak değerlendirilebilir. Doğru mücadele, yalnızca hukuki metinlerde değil, aktörlerin kararlılığında, işleyen denetim mekanizmalarında ve toplumsal adalet arayışında anlam kazanacaktır.
Yirminci yüzyılın ortasında savaşın yasaklanması ve fetihlerin uluslararası hukuk tarafından kısıtlanması, devletlerarası ilişkilerde derin bir dönüşüm yarattı. Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla kurallar artık sadece birer norm değil, yaptırımlar ve ekonomik baskı mekanizmalarıyla desteklenen etkin ilkelere dönüştü. 1945 sonrası dönemde, hem büyük güçler hem de diğer devletler için savaş artık birincil seçenek olmaktan çıktı; ekonomik büyüme ve güç elde etme yolları ticaret, piyasa rekabeti ve işbirliğine kaydı. Uluslararası kuruluşlar ve anlaşmaların yaygınlaşması, işbirliği ve karşılıklı bağımlılığı artırdı, böylece dışlanmak ciddi mali riskler taşıyan bir olguya dönüştü.
Bu yeni düzenin başarısı, sadece yazılı normların varlığına değil, aynı zamanda bunları uygulayacak siyasi irade ve uluslararası kurumların etkinliğine de bağlı hale geldi. Ancak normların uygulanmasında güç odaklı çıkarlar, çok uluslu şirketler ve popülist yönetimler gibi aktörler zaman zaman engelleyici rol oynadı. Tüm bu gelişmeler, savaş ve fetihlerin yasadışı kabul edildiği bir dünyada bile barışın korunması için sürekli bir mücadele gerektirdiğini gösteriyor.
Savaşın yasaklanması, uluslararası hukuk normlarının güçlenmesi ve yaptırımların etkinliği, devletlerarası çatışmaların sayısını ve toprağa dayalı fetihleri belirgin biçimde azalttı. Ancak normların gerçek anlamda işlevsel olabilmesi, onları uygulayacak siyasi iradeye, uluslararası toplumun kararlılığına ve kurumların gücüne bağlı. Büyük güçler kendi çıkarlarını korumak için normları esnetebiliyor; çok uluslu şirketler ve çıkar grupları ise ekonomik baskı mekanizmalarını kullanma konusunda avantaj elde edebiliyor. Popülist ve otoriter yönetimler normları zayıflatırken, uluslararası hukuk sisteminin etkinliğini azaltabiliyor.
Bu nedenle, uluslararası barışın korunması salt kuralların varlığına değil, şeffaflık, katılımcılık ve sürdürülebilirlik gibi ilkelerin esas alınmasına, adaletin rehberliğinde doğru mücadele yöntemlerinin geliştirilmesine ve normların tavizsiz şekilde savunulmasına dayanıyor. Savaşın yasaklanması ve fetihlerin önlenmesi sürecinin geleceği, küresel işbirliği ve normların savunulmasındaki siyasi iradenin sürekliliğine bağlı olarak şekillenmeye devam edecek.
Kellogg-Briand Paktı ile başlayıp Birleşmiş Milletler normlarıyla pekişen savaş yasağı, uluslararası hukuk ve düzenin merkezinde yer almakta; toplumsal barışı ve uluslararası işbirliğini kalıcı kılan, şiddetin meşruiyetini ortadan kaldıran temel bir norm olarak günümüzde de önemini sürdürmektedir.
Kellogg-Briand Paktı ve devamında oluşan savaş yasağı, uluslararası hukukta bir paradigma değişimi yaratarak devletlerin davranış kodunu dönüştürmüştür. Saldırganlık ve fetih, ulusal çıkarların öncelikli araçları olmaktan çıkarılmış; bunun yerine ekonomik karşılıklı bağımlılık, diplomasi ve hukuki süreçler ön plana geçmiştir.
Bunun en çarpıcı örneği, devletlerin savaş sonrası dönemde fetih yerine ticaret ve işbirliği ile zenginleşmeye yönelmesidir. Özellikle küresel ticaret hacmindeki dramatik artış, ekonomik başarıların artık barışçı yollarla gerçekleştirildiğini göstermektedir. Binlerce uluslararası kuruluş ve yüz binlerce anlaşma, bu karşılıklı bağımlılığın yönetilmesini sağlamış; yaptırımlar ve diplomatik baskılar ise savaşın yerini almıştır.
ABD’nin savaş yasağının savunulmasındaki rolü ise iki yönlü bir etkiye sahiptir. Bir yandan normların yerleşmesini ve küresel sistemin istikrarlı işlemesini sağlarken, diğer yandan ABD'deki siyasi değişimler (örneğin Trump yönetimi) normların aşındırılması riski taşımaktadır. ABD gibi büyük bir devletin yasa ve normlara olan bağlılığındaki zayıflama, diğer devletler için de benzer davranışların meşru hale gelmesine neden olabilir ve uluslararası sistemin istikrarını tehlikeye atabilir.
Savaş yasağının sürdürülebilirliği ise uluslararası kurumların etkinliğine, devletlerin siyasi iradesine ve toplumsal normların gücüne bağlıdır. Popülist yönetimler ve büyük güçler arasındaki çıkar çatışmaları, bu normun aşındırılma riskini artırmaktadır. Bu nedenle, savaş sonrası düzenin kalıcılığı ancak tüm devletlerin ve toplumların uluslararası normlara kararlılıkla bağlı kalmasıyla mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, Kellogg-Briand Paktı ile başlayan ve Birleşmiş Milletler Şartı ile kodlanan savaşın yasaklanması, uluslararası ilişkilerde barış ve güvenliğin temel teminatı haline gelmiştir. Ancak bu düzenin sürdürülebilirliği, yalnızca yazılı hukuka değil; siyasi kararlılık, uluslararası işbirliği ve normların etkin biçimde savunulmasına bağlıdır. Savaş yasağının zayıflaması, sadece devletlerin güvenliğini değil, aynı zamanda küresel toplumun refahını ve uluslararası sistemin istikrarını da ciddi biçimde tehdit edebilir.
Küresel sistemin savaş sonrası geçirdiği dönüşüm, devletler için güvenliğin, ekonomik büyümenin ve refahın savaş yoluyla değil, işbirliği ve normlara bağlılık yoluyla sağlanabileceğini göstermiştir. ABD’nin bu düzende liderlik üstlenmesi, uluslararası kurumların işlerliğini ve normların ciddiyetini artırmış; ancak ABD'nin veya diğer büyük güçlerin bu normlara bağlılığının gevşemesi, kural tabanlı düzenin kırılganlığını ortaya koymuştur.
Yaptırımların önemi ve yaygın kullanımı, doğrudan askeri müdahalelerin yerini alan bir uygulama olarak öne çıksa da, uygulamada tutarsızlık ve seçicilik sorunları ciddi meşruiyet tartışmaları yaratmaktadır. Kıbrıs Barış Harekâtı örneği, uluslararası hukuk ilkelerinin çoğu zaman siyasi çıkarlarla gölgelendiğini, “evrensel normların” aslında büyük güçlerin politikasıyla şekillendiğini gösteriyor.
Savaş yasağının ve yaptırımların uluslararası ilişkilerde istikrar ve barış için hayati olduğu açıktır. Ancak bu normların sürdürülebilirliği, başta büyük güçler olmak üzere tüm devletlerin samimi bağlılığı, kurumsal etkinlik ve evrensel tutarlılık gerektirir. Aksi takdirde, normların aşınması sadece mevcut düzeni değil, küresel güvenliği de tehdit edebilir. Bu süreçte, uluslararası düzenin ahlaki ve hukuki temellerinin sürekli olarak yeniden üretilmesi ve korunması gerekmektedir.
1. Batılı Devletlerin Yaptırım Politikası
Batılı ülkeler, özellikle ABD, yaptırımları küresel liderlik iddiaları ve siyasal hedefler doğrultusunda kullanmaktadır. Rusya, İran, Kuzey Kore gibi ülkeler bu yaptırımların başlıca hedefleridir. Ancak Batı’nın müttefikleri veya kendisi norm ihlallerine karıştığında yaptırımlar genellikle çok sınırlı kalmakta ya da hiç uygulanmamaktadır. Bu seçicilik, uluslararası hukukta meşruiyet ve evrensellik tartışmalarını canlı tutmaktadır.
2. Manipülasyon ve Çifte Standartlar
ABD’nin yaptırım politikalarında ve uluslararası hukuka yaklaşımında seçici tutumlar ve çifte standartlar belirgin şekilde eleştirilmektedir. Vietnam’dan Irak’a kadar ABD’nin norm ihlalleri vurgulanırken, bir yandan da ABD’nin toprak fethi yasağı gibi önemli normların uygulanmasında sistem kurucu ve koruyucu rolüne olumlu bir çerçeve sunulmaktadır. Bu durum, güçlü aktörlerin çelişkili biçimde hem hatalarını kabul edip hem de "vazgeçilmez" olarak sunulmasını ortaya koyuyor.
3. Toprak Fethi Yasağı ve Ekonomik Bağımlılık Düzeni
1945 sonrası Birleşmiş Milletler sistemiyle, devletlerin yayılmacı savaşlar ve işgalle zenginleşmesi yerine ticaret, yatırım ve ekonomik işbirliği öne çıkmıştır. Küresel ticaretin payı 1945’te %10 iken, 2023’te %58’e yükselmiştir. Bu yeni karşılıklı bağımlılık düzeni, on binlerce uluslararası kuruluş ve yüzbinlerce anlaşmayla yönetilmektedir. ABD, bu düzende hem dönüştürücü hem de problemli bir rol üstlenmiştir; ekonomik ve askeri gücüyle baskı unsuru olmuş, ancak evrensel ilkelerden sapmalar sergilemiştir.
4. ABD’nin Sistem Kurucu Rolü ve Kusurları
ABD’nin Kuveyt’in işgali gibi olaylarda gösterdiği direnç, büyük çaplı toprak fetihlerinin önlenmesinde uluslararası sistemin görece başarısını gösterir. Buna rağmen, ABD'nin kendi çıkarları doğrultusunda normları esnetebilmesi ve tek taraflı eylemleri, uluslararası hukuka olan güveni zedelemektedir.
5. Trump Dönemiyle Normların Geriye Dönüşü
Trump yönetimi, savaş ve fetih yasağını sorgulayarak, uluslararası hukukun köklü normlarına meydan okumuştur. Kanada, Grönland, Panama Kanalı ve Gazze gibi alanlara yönelik askeri tehdit söylemi, savaş yasağının ve fetih normunun pazarlık konusu haline gelmesine yol açmıştır. Ukrayna örneğinde, toprakların pazarlık unsuru olması normların askıya alınmasını göstermektedir. Trump yönetiminin askeri tehditleri ve diplomatik araç olarak güç kullanımı, normların güçlüler tarafından yeniden tanımlanabileceği bir düzene işaret etmektedir.
Batılı devletlerin yaptırım politikası ve ABD’nin uluslararası hukukta üstlendiği rol, normların seçici uygulanışı ve çifte standartlar nedeniyle meşruiyet krizlerine yol açmaktadır. ABD, normların uygulayıcısı ve koruyucusu olarak uluslararası düzenin istikrarına katkı sunarken, çıkarları doğrultusunda bu normları esnetebilmekte ve sistemin adaletini sorgulanabilir hale getirmektedir. Trump dönemiyle birlikte, savaş ve fetih yasağında yaşanan geriye dönüş ve normların pazarlık unsuru haline gelmesi, uluslararası hukukun geleceği açısından ciddi bir kırılma noktasıdır.
Bugün karşılıklı bağımlılığa dayalı refah düzeni ve büyük çatışmaların önlenmesi, ABD’nin sistem kurucu rolünün tüm kusurlarına rağmen sürdürülebilmesi ile mümkündür. Ancak, güçlü aktörlerin normları istedikleri gibi esnetebildiği bir düzende, uluslararası hukuk ve düzenin meşruiyeti zedelenmekte, adalet anlayışı evrensellikten uzaklaşmaktadır.
Uluslararası ilişkilerde hem manipülatif anlatılar hem de reel-politik zorunluluklar iç içe geçmiş durumda. ABD’nin ve Batılı devletlerin çelişkili tutumları, uluslararası hukukun geleceğini ve sistemin işleyişindeki zaafları tartışırken göz ardı edilmemelidir; normların güçlüler tarafından keyfi biçimde yeniden tanımlanabileceği bir düzenin riskleri ve tehlikeleri özellikle Trump dönemiyle birlikte çok daha belirgin hale gelmiştir.
Mevcut küresel güvenlik düzeninde, merkezi aktörlerin gücü ve ayrıcalıkları, özellikle ABD’nin hegemonik rolü, kolektif uluslararası hukuk uygulamalarının önünde engel teşkil ediyor. BM Güvenlik Konseyi’nin veto mekanizması, hesap verebilirlik ve meşruiyet sorunlarını derinleştiriyor; uluslararası topluluk ise bu açmazı aşmak için yeni stratejiler arayışında. Özellikle küresel Güney ve küçük-orta ölçekli ülkeler, güç kullanma yasağının korunmasında daha etkin ve katılımcı bir rol üstlenmeye yöneliyor.
Son yıllarda, bölgesel koalisyonlar ve BM Genel Kurulu’nun yetki alanını genişletmeye yönelik reformlar, uluslararası hukukun uygulanabilirliğini artırmaya başladı. "Veto girişimi" gibi yenilikler, yapısal krizi aşmaya yönelik adımlar arasında öne çıkıyor. Alternatif olarak önerilen "dışlama konseyi", uluslararası yasaların ihlaline karşı daha hızlı ve etkili bir tepki mekanizması oluşturmayı amaçlıyor.
Bununla birlikte, büyük güçlerin kendi çıkarlarını önceliklendirmesi ve uluslararası normları manipüle etme eğilimleri, sistemin kırılganlığını artırıyor. Küçük ve orta ölçekli ülkelerin kolektif hareketi, hem küresel dengeyi koruma potansiyeli taşıyor hem de meşruiyet sorununu aşmaya katkı sunuyor. Tarihsel deneyimler, böylesi dönüşümlerin kriz anı beklenmeden başlatılması gerektiğini gösteriyor.
Sonuç olarak, uluslararası hukuk düzeninin kalıcı olarak güçlendirilmesi, kapsayıcı reformlar, kolektif sorumluluğun genişletilmesi ve alternatif mekanizmalara açık olunması ile mümkün görünüyor. ABD ve diğer büyük güçlerin tekil etki alanlarının daralması, barış ve güvenliğin sağlanmasında yeni aktörlerin ve koalisyonların önünü açacaktır. Bu süreçte, uluslararası toplumun güç kullanma yasağının değerini ve uygulanmasının zorluğunu kabul etmesi, sistemin sürdürülebilirliğini artıracaktır.
Saygılar
Rogg & Nok Analiz Merkezi