Friedrich Engels Konuşuyor
Friedrich Engels (1820–1895), Alman filozof, siyaset teorisyeni, ekonomi politik eleştirmeni ve devrimci sosyalisttir. En çok Karl Marx’ın yakın çalışma arkadaşı olarak bilinir. Birlikte Komünist Manifesto’yu (1848) yazmışlar ve modern sosyalist/komünist teorinin temelini oluşturmuşlardır. Bakalım Karl Marks sonrası Engels günümüzde Türkiye’de yaşasaydı bizlere neler söylerdi:
Sevgili dostlar,
Emekçilerin, gençlerin, bilim insanlarının, düşünürlerin, yüreği Türkiye’nin geleceği için atan tüm insanların çocukları…
Zamanın beni buraya, yirmi birinci yüzyılın tam kalbine, Türkiye’nin kadim topraklarına getirdiğini varsayalım. Dünyanız değişti; makineler dijitalleşti, yollar hızlandı, iletişim saniyelere indi. Ama insanlık tarihinin temel sorusu hâlâ karşımızda duruyor: Kim üretiyor ve kim faydalanıyor? Kim alın teri döküyor ve kim o emeğin meyvelerini topluyor?
Benim için tarih, rastlantıların değil; toplumların ortak mücadelesinin ürünüdür.
Bugün Türkiye’de yaşasaydım şöyle derdim: “Kendi tarihinizi ancak onu anlamaya çalışarak, sorular sorarak ve düşünerek şekillendirebilirsiniz.”
Toplumun dönüşümü için önce toplumun kendisini anlaması gerekir: Emeğin nasıl örgütlendiğini, bilginin kimde yoğunlaştığını, üretimin kimler tarafından omuzlandığını, gençliğin hangi yüklerle karşılaştığını, kadınların hangi engellerle mücadele ettiğini, doğanın nasıl tüketildiğini…
Bir ülke kendi gerçekliğiyle yüzleşmeden ilerleyemez.
Her çağda olduğu gibi bugün de toplumun gerçek üreticileri çoğu zaman görünmezdir.
“Bir halkın geleceği ancak halkın bilinci kadar büyüktür.”
Sizlere sesleniyorum: Bilginizi artırın, düşüncelerinizi özgürce tartışın, birbirinizin sesini kısmak yerine güçlendirin. Çünkü toplumların karanlık dönemleri, fikirlerin sustuğu, insanların yalnızlaştırıldığı dönemlerdir. Işık ise ancak tartışmadan, akıldan ve insana değer veren bir toplum düzeninden doğar.
Bugün Türkiye’de sizlere derdim ki: “Emek yalnızca ekonomik bir kategori değildir; insanın dünyaya dokunuşunun, onu dönüştürme kapasitesinin özüdür.”
Gündüz fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, hastanelerde, okullarda çalışan insanlar; gece otobüslerinde eve yorgun dönenler; çocuklarını daha iyi bir geleceğe hazırlamak için çabalayan aileler…
İşte toplumun gerçek gücü bu insanlardır.
Bugün üretimin bir kısmını dijital algoritmalar, robotik süreçler veya otomasyon sistemleri gerçekleştirse de tüm bu süreçlerin arkasında hâlâ insan aklı, insan emeği ve insan yaratıcılığı vardır.
Eğer bugün Türkiye’de olsaydım, eğitim kurumlarının niteliğini, bilginin dolaşımını, tartışma kültürünün gücünü ve toplumun düşünsel canlılığını büyük bir ilgiyle incelerdim.
Çünkü şunu bilirim: “Bir toplum, kendi aklını özgürleştirebildiği ölçüde büyür.”
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, eleştirel düşünce zayıfsa toplum da zayıftır.
İnsanların birbirini dinlediği, karşıt görüşlerin çatışmadan ifade bulabildiği, ortak aklın yeşerdiği bir ortam olmadan ilerleme olmaz.
Gençler yalnızca geleceği değil, bugünü de kuran güçtür.
Bugün Türkiye’de gençleri izleseydim, enerjilerini, öfkelerini, hayallerini, kırgınlıklarını, zekâlarını ve potansiyellerini görür, şöyle derdim: “Gençlik, tarihin dinamosudur; ama dinamolar kendi kendine dönmez; bilgiyle, dayanışmayla ve ortak mücadeleyle harekete geçer.”
Gençlerin önlerine yüksek duvarlar konulduğunda, bir ülke kendi geleceğini zayıflatır.
Onlara yaratıcı özgürlük alanları tanındığında ise bir ülke kanatlanır.
Kadınların toplumsal konumu bir ülkenin gerçek aydınlanma seviyesini gösterir.
Bugün Türkiye’de kadınların enerjisini, direncini ve üretkenliğini gördüğümde şöyle derdim: “Bir toplum, kadınlarını özgürleştirmeden kendini özgürleştiremez.”
Kadınların eğitime, üretime, düşünceye, kamusal yaşama, bilime ve sanata katılımı; yalnızca adaletin değil, toplumsal zenginliğin de şartıdır.
Benim dönemimde çevresel tahribat yeni yeni görünür hale geliyordu.
Bugün ise doğanın sınırları çok daha aşikâr biçimde zorlanıyor.
Türkiye gibi biyolojik çeşitliliği zengin bir ülkede şunu vurgulardım: “İnsan doğadan bağımsız değildir; doğayı sömürdüğünde aslında kendini tüketir.”
Gerçek ilerleme, yalnızca ekonomik büyüme değil; doğayla uyumlu, sürdürülebilir ve gelecek kuşakları gözeten bir üretim anlayışıdır.
Bugün Türkiye’de gözlemlediğim en güçlü yanlardan biri, insanların kriz zamanlarında birbirine kenetlenme becerisidir. Bu, tarihte az rastlanan bir toplumsal enerjidir.
Eğer bugün yaşasaydım şöyle söylerdim: “Dayanışma yalnız felaket anlarında değil, günlük yaşamın örgütlü bir parçası olmalıdır.”
Bir toplum, bireylerin yalnız bırakıldığı değil; birlikte güçlendiği bir düzen kurabildiğinde sağlam temellere kavuşur.
Son olarak sizlere şunu söylerdim: “Gelecek, bir kader değildir; insan aklının ve ortak emeğinin eseridir.”
Türkiye’nin kültürel çeşitliliği, genç nüfusu, üretken kapasitesi ve düşünsel enerjisi; doğru değerlendirildiğinde büyük bir potansiyel doğurur.
Bu potansiyelin açığa çıkması için gerekenler basittir ama cesaret ister: Özgür düşünce, eşitlik talebi, dayanışma kültürü, bilimsel yaklaşım ve emeğin değerini bilmek.
Eğer bugün aranızda olsaydım sizlere şöyle seslenirdim: İnsanı merkeze almadan, emeği yüceltmeden, düşünceyi özgürleştirmeden, dayanışmayı güçlendirmeden hiçbir toplum gerçek anlamda yükselemez.
Gelecek sizin ellerinizde; onu nasıl kuracağınız ise sizin cesaretinize bağlıdır.
Geleceğinizi siz kuracaksınız.
Ve o gelecek, insanın insana yabancılaşmadığı, emeğin sömürülmediği, kadınların özgür, gençlerin umutlu, toplumun onurlu olduğu bir gelecek olabilir.
Bunun için birbirinize güvenin.
Birbirinizin sesini dinleyin.
Ve asla unutmayın: Tarih, halkların ortak iradesiyle yazılır.


