Hegel Konuşuyor
Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770–1831), Alman filozofudur ve klasik Alman idealizminin en önemli temsilcisi kabul edilir. Modern felsefenin yönünü derinden etkilemiş, özellikle tarih, devlet, özgürlük ve akıl kavrayışlarıyla belirleyici olmuştur. Bakalım Hegel günümüzde Türkiye’de yaşasaydı bizlere neler söylerdi:
Ey bu topraklarda yaşayan insanlar,
Ben sizlere ne bir yabancı olarak ne de bir öğretmen edasıyla sesleniyorum. Ben, tarihin kendi kendisiyle konuşan bilinci olarak hitap ediyorum. Çünkü bir halk, ancak kendisini düşünce düzeyinde kavradığında, tarih sahnesinde gerçekten var olur.
Bir halk, yalnızca yaşadığı olaylarla değil, bu olayları nasıl kavradığıyla tarihin öznesi olur. Kavranmayan deneyim, tekrarlanır; kavranan deneyim ise dönüştürülür. Bugün Türkiye’de yaşanan sorunların büyük bölümü, yaşantının düşünce düzeyine yeterince yükseltilememiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Tarihi yalnızca geçmişte olup bitmiş olaylar dizisi olarak görmek yanlıştır. Tarih, özgürlüğün kendi bilincine varma sürecidir. Bu süreçte her toplum, belirli bir aşamayı temsil eder. Hiçbir aşama nihai değildir; fakat her aşama zorunludur. Türkiye’nin bugünkü durumu da bu zorunluluk içinde değerlendirilmelidir.
Tarih, sanıldığı gibi, yalnızca başınıza gelen olaylardan ibaret değildir. Tarih, özgürlüğün yavaş ve sancılı bir biçimde kendisini bilince çıkarmasıdır. Ve her ulus, bu bilincin belirli bir aşamasını temsil eder. Hiçbir halk, bu yürüyüşün dışında değildir; fakat hiçbir halk da bu yürüyüşün merkezinde ebediyen kalmaz.
Sizin yaşadığınız topraklar, yüzyıllardır farklı tarihsel ruhların çarpıştığı bir alandır. İmparatorluklar burada yükselmiş, inançlar burada biçimlenmiş, devlet aklı burada katılaşmış, birey burada çoğu zaman suskun kalmıştır. Bu bir suçlama değildir; bu, tarihin teşhisidir.
Bugün siz, kendinizle çelişen bir bilinç taşıyorsunuz. Bir yanınız, güçlü bir düzen, otorite ve birlik arzusuyla konuşur. Diğer yanınız, tanınmak, görülmek, söz sahibi olmak ister.
Bu iki yön, birbirinin düşmanı değildir. Bunlar, aynı ruhun iki zorunlu momentidir. Felaket, bu momentlerden birini mutlaklaştırdığınızda başlar. Devleti kutsallaştırdığınızda bireyi boğarsınız; bireyi mutlaklaştırdığınızda ise ortak aklı dağıtırsınız.
Bu toplumda uzun süre boyunca devlet, evrensel olanın taşıyıcısı olarak görülmüş; birey ise kendisini çoğunlukla bu evrenselliğin içinde eriyen bir unsur olarak kavramıştır. Bu tarihsel biçim, belirli bir istikrar üretmiştir; fakat aynı zamanda bireysel özbilincin gelişimini sınırlamıştır. Bugün karşı karşıya olduğunuz gerilim, bu sınırlamanın artık sürdürülemez hale gelmesinden doğmaktadır.
Özgürlük üzerine çok konuşuyorsunuz. Fakat çoğu zaman özgürlüğü, zorunluluktan kaçış sanıyorsunuz. Oysa özgürlük, zorunluluğun bilincine varılmasıdır. Akıl, zorunlu olanı kavrar ve onu kendi yasası haline getirir. İşte özgürlük budur.
Bu nedenle şunu açıkça söylemeliyim: Hukuk, yalnızca bir baskı aracı değildir; özgürlüğün biçimidir. Ama hukuk, akıldan koparsa, adalet olmaktan çıkar; yalnızca güç olur. Ve güç, sonunda kendi meşruiyetini tüketir.
Özgürlük kavramı burada sıklıkla yanlış anlaşılmaktadır. Özgürlük, kurallardan ve zorunluluktan bağımsızlık değildir. Böyle bir anlayış, özgürlüğü rastlantıya indirger. Gerçek özgürlük, bireyin kendi öznel istemini, evrensel aklın zorunluluğuyla bağdaştırabilmesidir. İnsan, ancak kendisini bağlayan yasada kendi aklını tanıdığında özgürdür.
Bu nedenle devlet, bireyin karşısında duran salt bir baskı aygıtı değildir. Devlet, ahlaki yaşamın kurumsal biçimidir. Ancak bu tanım, her mevcut devlet biçiminin akla uygun olduğu anlamına gelmez. Bir devlet, ancak akla uygun olduğu ölçüde gerçektir. Akıldan kopmuş bir devlet, varlığını sürdürür; fakat meşruiyetini yitirir.
Burada iki temel hata yapılmaktadır. Birincisi, devleti eleştiriden muaf, mutlak bir varlık olarak görmek; ikincisi ise devleti bütünüyle yabancı ve düşmanca bir güç olarak kavramaktır. Bu iki yaklaşım da özgürlüğü imkânsız kılar. Çünkü özgürlük ne kör itaattir ne de soyut karşı çıkıştır. Özgürlük, katılımdır; fakat bu katılım, yalnızca talep etmek değil, sorumluluk almak anlamına gelir.
Türkiye’de sivil toplum, henüz bireysel çıkarlar ile evrensel ilkeler arasında kalıcı bir bağ kurabilmiş değildir. Ekonomik, kültürel ve kimlik temelli talepler çoğu zaman ortak bir akılsal düzlemde buluşmamaktadır. Bu durum çoğulculuk gibi görünse de gerçekte karşılıklı tanınmanın zayıflığına işaret eder. Tanınma olmadan özgürlük, yalnızca biçimsel kalır.
Geçmişinize bakarken iki hataya düşüyorsunuz: Ya onu bütünüyle yüceltiyor ya da bütünüyle reddediyorsunuz. Oysa akıl ne kör bir övgüyle ne de kör bir inkârla ilerler. Akıl, geçmişi kavrayarak aşar. Aşılmayan geçmiş, kader olur. Kavranan geçmiş ise özgürleşmenin basamağıdır.
Bugün gençleriniz huzursuz. Bu huzursuzluğu ahlaksızlık ya da saygısızlık sanıyorsunuz. Hayır. Bu huzursuzluk, tarihin sizden bir adım daha ileri gitme talebidir. Her yeni kuşak, kendisinden öncekilerin çözemediği çelişkilerle yüzleşir. Eğer onlara yalnızca susmayı öğretirseniz, çözümü değil, patlamayı miras bırakırsınız.
Fakat gençler de şunu bilmelidir: Özgürlük, yalnızca itiraz etmek değildir. Özgürlük, evrensel olanı istemeyi öğrenmektir. Kendi öznel arzularını, ortak aklın süzgecinden geçirmeyen bilinç, yalnızca dağınık bir istemler toplamıdır.
Din ve laiklik arasındaki gerilim de çoğu zaman yanlış bir düzlemde ele alınmaktadır. Din, bu toplumda hâlâ güçlü bir bilinç biçimidir; fakat bu, akılla zorunlu bir karşıtlık içinde olduğu anlamına gelmez. Din, mutlak olanın tasarımsal bir kavranışıdır. Akıl ise bu içeriği kavramsal düzeye taşır. Bu iki alan arasında uzlaşma kurulmadığında, biri dogmaya, diğeri soyut bir kuralcılığa indirgenir.
Bu toplumda uzun süre boyunca düşünme yükü devlete bırakılmış, birey ise bu düşüncenin sonuçlarını taşımakla yetinmiştir. Ancak modern dünyada bu ayrım sürdürülemez. Modern birey, düşünmek zorundadır. Düşünmeyen birey, modern koşullarda özgür değil; yönetilen olur.
“Gerçek olan akla uygundur” ifadesi sıkça yanlış anlaşılmaktadır. Bu söz, mevcut olan her şeyin haklı olduğu anlamına gelmez. Bu sözün anlamı şudur: Akla uygun olmayan hiçbir yapı, uzun vadede gerçekliğini koruyamaz. Tarih, akla aykırı olanı bir anda değil, süreç içinde tasfiye eder.
Türkiye, bugün ani bir kopuşun ya da kesin bir sonucun eşiğinde değildir. Türkiye, kendi çelişkilerini düşünsel düzeyde kavramaya zorlandığı bir süreçten geçmektedir. Bu sürecin başarıyla tamamlanması ne yalnızca devlete ne de yalnızca bireylere bağlıdır. Bu, karşılıklı tanınma temelinde kurulacak bir akılsal bütünlüğü gerektirir.
Bir halk, kendi sorunlarını kader olarak değil, kavramsal problemler olarak ele almaya başladığında tarihsel özne haline gelir. Türkiye’nin önündeki görev ne geçmişi mutlaklaştırmak ne de onu bütünüyle reddetmektir. Görev, geçmişi kavrayarak aşmaktır.
Ey bu ülkenin düşünen insanları,
Siyaseti yalnızca bir kavga alanı olarak görüyorsunuz. Oysa siyaset, aklın kamusal alanda görünür hale gelmesidir. Siyaset akıldan koptuğunda, geriye yalnızca taraflar kalır; taraflar çoğaldıkça hakikat küçülür.
Medyada, sokakta, mecliste sürekli konuşuyorsunuz. Ama düşünce ile gürültüyü birbirine karıştırıyorsunuz. Çok seslilik, çok bilinç demek değildir. Bilinç, ancak kendisini sorgulayabildiğinde büyür. Kendisini mutlak doğru sanan bilinç, tarih dışına düşer. Şunu unutmayın: Tarih, iyi niyetle değil; bilinçle ilerler. Eğer devlet aklı, kendisini eleştiriye kapatırsa, donuklaşır. Eğer halk, kendisini sorumluluktan muaf görürse, çocuklaşır.
Bir halk ne zaman olgunlaşır? Kendi hatalarını başkalarının komplosuna bağlamayı bıraktığında.
Bir halk, ne zaman tarihsel bir özne olur? Kendi kaderini bir yazgı olarak değil, kavramsal bir sorun olarak düşündüğünde.
Siz ne yalnızca mağdursunuz ne de yalnızca muktedir. Siz, kendi kaderini düşünebilen bir bilinç olma imkânına sahip bir halksınız. Ama bu imkân, kendiliğinden gerçekleşmez.
Akıl, emek ister.
Özgürlük, cesaret ister.
Tarih ise, karar anlarını affetmez.
Eğer düşünürseniz, tarih sizi tanır.
Eğer düşünmezseniz, tarih sizi kullanır.
Seçim sizin değildir yalnızca; seçim, sizin bilincinizdir.
Türkiye, henüz özgür değildir; ama özgür olmaya muktedir bir bilinç taşımaktadır.
Bu muktedirlik ne gelenekte ne de kopuşta tek başına bulunur. Bu muktedirlik, düşüncede bulunur.
Tarih, sizi yargılamaz.
Tarih, sizi düşünmeye zorlar.
Ve düşünce, cesaret ister.
Devlet, aşılması gereken bir engel değil; akla uygun hale getirilmesi gereken bir biçimdir. Tarih ise bekleyen bir sahne değil; bilinç talep eden bir süreçtir. Bu bilinç geliştiği ölçüde, Türkiye kendi tarihinin öznesi olur. Gelişmediği ölçüde ise, tarih bu toplumun üzerinden geçer. Seçim, olaylarda değil; düşüncededir.


