“Tribünlerden Bakış” Bayraktaroğlu’nun Eleştirilme Nedenleri Üzerine Toplumsal Bir Perspektif
Makalemin başında önce şöyle bir giriş yapalım Toplum ve eleştirenler olguları ne kadar biliyorlar da Seyirci Koltuğundan Siyasetin Sahnesine Bakıyorlar…
“Tribünlerden bakış” metaforu, toplumsal ve siyasal olaylara doğrudan müdahil olmadan, kenardan, seyirci konumunda durarak değerlendirme yapma halini anlatır. Bu deyim, özellikle spor karşılaşmalarında taraftarların oyunun içindeki aktörler değil de tribünlerde oturup olayları dışarıdan yorumlayan kişiler olmasıyla özdeşleştirilir. Tribünlerdeki taraftarlar, sahadaki mücadeleyi gözlemler, kendi fikirlerini oluşturur, tezahüratlar yapar, hata bulur ya da alkışlar; fakat oyunun gerçek akışına doğrudan etkileri yoktur.
Toplumsal ve siyasal bağlamda ise bu metafor, vatandaşların ya da toplumun önemli bir kesiminin, devlette veya siyasette aktif rol almak yerine, olup biteni bir “seyirci” gibi izleyip yorumlamasını, zaman zaman eleştirmesini fakat doğrudan katılım göstermemesini anlatır. Bu durum, toplumun eleştirel potansiyelini gösterirken, aynı zamanda katılım eksikliğine, pasifliğe ve rahatça yapılan yorumların çoğu zaman sorumluluk taşımamasına da işaret eder.
Siyaset sahnesi, çoğu insan için karmaşık, zaman zaman ulaşılmaz ve kimi zaman da yorucu bir alan olarak görülür. Birçok kişi, politik karar alma süreçlerinde aktif rol almaktansa, olan biteni uzaktan takip etmeyi ve tribünlerden izlemeyi tercih eder. Bu bakış açısının toplumsal yansımaları aşağıdaki başlıklarda ele alınabilir:
1. Eleştiri Konforu ve Sorumluluktan Kaçış
Tribünlerde oturanlar, oyunun tüm hatalarını rahatça eleştirebilir. Çünkü oyunun gerçek aktörleri değillerdir ve alınan kararların sonuçlarından doğrudan etkilenmezler. Toplumun siyasete “tribünlerden bakışı” da benzer bir rahatlık içerir; insanlar, karar vericileri eleştirir, önerilerde bulunur ama çoğu zaman kendileri aktif sorumluluk almak istemez. “Ben olsam şöyle yapardım” cümlesi, tribün diliyle söylenen bir replik gibidir.
2. Duygusal Dalgalanmalar ve Taraftarlık Kültürü
Tıpkı bir futbol takımını destekler gibi, siyasi partilere de taraftar gözüyle bakılır. Tribünlerde duygular kısa sürede coşup dağılabilir, bir anda yuhalamalar alkışlara dönüşebilir. Toplumun bir kesimi, siyasi aktörleri de takımlar gibi sahiplenir, başarı ve başarısızlıklarıyla duygusal bağ kurar.
3. Aktif Katılımın Azlığı
Tribünde olmak, sahaya inmemek anlamına gelir. Toplumda çoğu birey oy verir, ancak sivil toplum kuruluşlarında, yerel yönetimlerde veya doğrudan siyasal mücadelede aktif rol almaz. Takipçi olmak, pasif bir konum yaratır ve gerçek değişimi yaratacak kolektif çabadan uzak tutar.
4. Bilgi Yüzeyselliği ve Hızlı Yargılar
Tribünlerden bakınca, oyunun tüm incelikleri göze çarpmaz. Benzer şekilde, siyaseti yalnızca izleyici olarak takip edenler, çoğu zaman olayların yüzeyine bakar ve detaylara inmeden hızlıca yargıya varır. Bu da popülist söylemlerin yayılmasını ve önyargıların kökleşmesini kolaylaştırır.
5. Toplumsal Diyalogda Tribün Dili
Sosyal medyada, kahvehane sohbetlerinde veya gündelik konuşmalarda sıkça karşılaşılan “tribün dili”, çoğu zaman duygusal, kutuplaştırıcı ve yüzeysel bir tartışma ortamı yaratır. Gerçek çözüm önerilerinin yerine, sloganlar ve takım tutar gibi savunulan fikirler ön plana çıkar.
Tribünden Sahaya Geçişin Önemi
Siyasete tribünlerden bakmak, kısa vadede kolay ve konforlu gelse de, uzun vadede toplumsal ilerlemenin önünde bir engel oluşturabilir. Aktif yurttaşlık, yalnızca izlemek ve eleştirmekle değil, sorumluluk alarak, katılım göstererek ve çözümün parçası olarak mümkün olur. Tribünlerden sahaya inen toplumlar, hem kendi kaderlerine sahip çıkar hem de demokrasi kültürünü güçlendirir.
Bu Ortamda Bile Bilinen Gerçekler Olsa bile ve de Devlet Terbiyesi Bakımından Söylenmeyen Olgular Olsa da yine de Bir Yıkıcı olmayan Ufak Bir Değerlendirme…
Yeni Başlayanların Tazeliğini ve Deneyimsizliğini bu makalede az çok göreceksiniz…
“Çiçeği burnunda” deyimi, Türkçede bir kişinin, bir işte, görevde veya durumda henüz çok yeni olduğunu, taze ve deneyimsiz bir konumda bulunduğunu anlatmak için kullanılır. Metaforik olarak, bir çiçeğin henüz koparılmış ve burnun ucunda tazeliğini koruyan hali gibi, olaylara veya sorumluluklara yeni başlamış kişiler için söylenir. Bu deyim, kişinin henüz tecrübe kazanmamış, olaylara yeni adapte olmaya çalışan biri olduğunu vurgular.
- Yeni Göreve Başlayanlar?
- Bir pozisyona, işe veya göreve yeni atanmış olan kişiler için “çiçeği burnunda müdür”, “çiçeği burnunda öğretmen” gibi kalıplarla kullanılır. Buradaki amaç, kişinin henüz tecrübe edinmemiş olduğunu belirtmektir.
- Tazelik ve Yenilik Vurgusu?
- Bir olayın, ilişkinin veya gelişmenin çok yeni olduğunu, henüz şekillenmekte olduğunu ifade etmek için kullanılır.
- Deneyimsizlik ve Sınanmamışlık?
- Kişinin, üstlendiği sorumluluklarda henüz denenmemiş, sınanmamış ve bu yüzden dikkatle izlenmesi gereken biri olduğunu anlatır.
- Espiri ve Hafif Eleştiri?
- Bazen ise, esprili ya da hafif eleştirel bir şekilde, yeni olan birisinin henüz tecrübeli olmadığını hatırlatmak için de kullanılır.
“Çiçeği burnunda” deyimi, özellikle toplumsal veya mesleki yaşamda bir kişinin yeniliğini, tazeliğini ve henüz deneyim kazanmamış olduğunu belirtmek için kullanılan, Türkçenin köklü ve anlam yüklü deyimlerindendir. Kimi zaman olumlu bir beklentiyle, kimi zaman ise hafifçe eleştirel bir tonla kullanılabilir.
Konumuz gereği Atatürk’ün Askeri Olmamak ve Toplumsal Algı
Tarihi figürlerin ya da günümüzün öne çıkan kişilerinin toplumda eleştirilmeleri, genellikle onların temsil ettikleri değerler veya bulundukları pozisyonlarla doğrudan ilişkilidir. Bayraktaroğlu’nun eleştirilmeye başlanmasının arkasında ise derin sulara girmeden suyun üzerinden derinlere bakacak olursak birkaç farklı neden yatabilir.
Birincisi, Atatürk’ün askeri olmamak gibi bir durum, toplumun belli bir kesiminde dönemin liderlerinin veya önemli figürlerinin sahip olması gerektiği düşünülen niteliklerle ilgili algılardan kaynaklanır. Türkiye’de, özellikle ulusal kimlik ve tarih bağlamında, Atatürk’ün askerî geçmişi ve liderlik rolü çok önemli bir yer tutar. Bu minvalde, yeni bir liderin ya da kamuoyunda görünürlük kazanan birinin, Atatürk gibi askerî bir geçmişe sahip olmaması, bazı çevrelerde onun liderlik vasıflarını sorgulatabilir veya yeterince geleneksel bulunmamasına neden olabilir. Ancak, modern toplumlarda liderlik sadece askerî geçmişle ölçülmediğinden, bu görüş tüm kesimlerce paylaşılmayabilir.
İkinci olarak, “çiçeği burnunda” ifadesiyle anılmış olması, Bayraktaroğlu’nun göreve yeni başlamış, deneyim açısından henüz sınanmamış olduğu anlamına gelir. Toplumda, özellikle yeni pozisyonlara gelen kişiler, geçmişteki örneklerle kıyaslanarak eleştirilebilir. Tecrübe eksikliği, yapılan ilk hamleler veya alınan kararlar, haklı ya da haksız biçimde eleştirilerin odağına yerleşebilir.
Ayrıca, değişim ve yenilikler çoğu zaman toplumda dirençle karşılanır. Bayraktaroğlu’nun yeni bir yönetim anlayışı, farklı bir üslup ya da geçmişten ayrışan bir yaklaşım sergilemesi de eleştirilerin başka bir kaynağı olabilir. Geleneksel beklentiler, yeniliğe kapalı bakış açıları ve eskiyle özdeşleştirilen değerler, yeni bir figürün sorgulanmasına neden olabilir.
Son olarak, toplumsal eleştirilerin çoğu zaman kişisel vasıflardan çok, sembolik anlamlar taşıdığı unutulmamalıdır. Bayraktaroğlu’nun şahsında yapılan eleştiriler, toplumsal hafızada yer etmiş alışkanlıkların, beklentilerin ve özlemlerin dışavurumu da olabilir.
Özetle; Atatürk’ün askeri olmamak, geçmişle kıyaslanmak, tecrübe eksikliği ve yeniliğe gösterilen direnç gibi etkenler, Bayraktaroğlu’nun neden eleştirildiğine dair olası cevaplar arasında yer almaktadır.
Bir kişinin “Atatürk’ün askeri” olarak tanımlanmaması, özellikle Türkiye’de, toplumsal ve tarihsel referansların yoğun olduğu bir tartışma alanı yaratabilir. Bu kavram, genellikle Atatürk’ün ilke ve devrimlerine sadık kalmak, onun çizdiği yolda ilerlemek anlamında kullanılır. Böyle bir etikete sahip olmamak, bazı çevreler tarafından eksiklik ya da yeterince bağlı olmamak olarak yorumlanabilir. Fakat yeni bir görev üstlenen, yani “çiçeği burnunda” bir kişinin eleştirilmesinin asıl nedeni çoğu zaman geçmişinden çok, üstlendiği sorumlulukların büyüklüğü ve toplumun beklentilerinin yüksekliğidir. Toplum, özellikle stratejik ya da hassas görevlerde liyakat, tarafsızlık ve geçmiş performans gibi kriterlere odaklanır. Bu nedenle, Bayraktaroğlu’nun aldığı eleştiriler, hem yeni oluşan kimliği hem de toplumsal gözlemlerin doğal bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Trajikomik bir tablonun içine, yaldızlı perdeleri hafifçe aralayıp baktığımızda; Şeytani Saray’ın yüksek tavanlarında yankılanan YAŞ toplantısı, sanki bir Shakespeare piyesinde entrikaların ince ince örüldüğü bir zemin oluşturur. Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Selçuk Bayraktaroğlu’nun hikâyesi de işte böyle ironik bir sahnede şekillenir: Bir yanda eski ve köklü askerî teamüllerin gölgesi, diğer yanda sarayın karanlık dehlizlerinden sızan beklentiler...
YAŞ toplantısı, adeta dev bir satranç tahtasında, figürlerin kendilerine biçilen rolleri oynadığı, kimin vezir kimin piyon olduğunun ise ancak oyunun sonunda anlaşıldığı bir gösteriye dönüşmüştür. Bayraktaroğlu’nun bu oyunda başrolü üstlenmesi, bir yandan “tecrübesizliğin taze kokusu” ile eleştirilirken, bir yandan da sistemin kadim ritüellerine hızlıca adapte olmasının bir göstergesi olarak görülür. Ne var ki, her yeni başkan gibi onun da üstünde eskiyen gömlekler vardır; gelenek ile yenilik arasında sıkışmış bir karakter olarak, toplumsal beklentilerin yükünü omzunda taşır.
Teğmenlerin ihracı meselesine gelince; Bayraktaroğlu, bu genç subayların kaderini belirleyen imzanın sahibi olurken, kimi çevrelerde “güçle imtihanın ince çizgisinde yürüyen adam” olarak anıldı. Kimi zaman, geçmişin hayaletleriyle dans eden bir liderin, sistemin bekası uğruna zor kararlar vermesi kaçınılmaz olur. Bu ihracın perde arkasında, kurumsal disiplinin ve sadakatin muhafazası kadar, değişen dengelerin de etkisi hissedilir; genç subaylar, büyük satranç tahtasındaki piyonlar gibi, yeni düzenin inşasında kurban edilir.
Özel ile yaşanan polemik ise, iki komutanın bir ayna karşısında birbirine bakarken, yansımanın aslında topluma ait olduğunu fark ettikleri bir anı andırır. Kimi zaman kelimeler, buzdağının yalnızca su üstündeki kısmını gösterir; asıl mücadele, sessizce suyun altında sürer. Bayraktaroğlu ve Özel arasındaki çekişme, aslında kurumsal kimliğin ve otoritenin sınırlarının yeniden çizilmesine yönelik bir metafor olarak okunabilir; burada mesele, sadece iki kişi arasındaki anlaşmazlık değil, aynı zamanda değişen çağın getirdiği yeni sorulara verilecek yanıtların arayışıdır.
Sonuçta, bu trajikomik sahnede herkes kendi rolünü oynarken, Bayraktaroğlu’nun hikâyesi de, toplumsal hafızada bir metaforlar zinciri olarak yerini almaktadır: Yeniliğin sancısı, eskiyle hesaplaşma ve değişen değerlerle sınanan liderlik. Sarayın loş ışıklarında yazılan bu hikâye, her yeni perdede yeniden yorumlanmaya açık kalacaktır.
Sarayda Beş Başlı Yılanın Gölgesinde: Bayraktaroğlu’nun Atanmasına Metaforik Bir Bakış
Teğmenlerin kaderinden toplumsal hafızaya uzanan bir trajikomedi
Bakın, yıllardır sahada geçmişimle, tozlu sınır karakollarından hareketli operasyon bölgelerine dek nice olaya tanık oldum. Her yeni haberi, yaşanmışlıkların yüküyle ve vicdanın terazisinde tartarak kaleme aldım. Ne var ki, artık masa başında değil; yine sahada, ayaklarım çamura basarken, gözlerimle gördüklerimi çatık kaşlarla değil, soğukkanlı bir ironiyle aktarıyorum. Çünkü kimi zaman olaylar öyle bir noktaya geliyor ki, metaforun diline sığınmak zaruri oluyor: Acının sivri uçlarını yontup taşkın öfkeyi dizginlemek için.
Bugün yazarken içimde tuhaf bir burukluk var; haberlerin soğuk satır aralarında gezinirken, bu ortamda, bu aşamada neden böyle bir atamanın gerçekleştiğini metaforik bir dille sormadan edemiyorum. Ucube, şeytanımsı, beş başlı bir yılanın sarayında, entrikanın ve sisli beklentilerin hâkim olduğu o salonda, yeni Genelkurmay Başkanı olarak Selçuk Bayraktaroğlu’nun seçilmesi tesadüf mü, yoksa bilinçli bir tercihin ürünü mü? Özellikle teğmenlerin ihraç edildiği ve genç subayların kaderinin satranç tahtasında piyon misali feda edildiği bu dönemde, Bayraktaroğlu'nun koltuğa oturtulması, sistemin kendi içindeki güç savaşlarının yeni bir perdesi mi?
Tam da böyle bir atmosferde, eleştirilerin odağındaki isimlerin seçilişi, liderliğe atanan figürlerin geçmişinden çok, üstlerindeki sembolik yüklerin ve beklentilerin yansıması haline geliyor. Belki de bu, toplumun eskiyle yeniyi, gelenekle değişimi, güçle sadakati aynı potada eritmeye çalıştığı bir dönemin zorunlu yansıması. Ve bizler, sahadan bakıp olup biteni gözlemlerken, aslında kendi sınırlarımızı, direncimizi ve umutlarımızı da tartıyoruz.
Her yıl Ağustos ayında yapılan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısı kapsamında Türkiye'de ordunun komuta kademesinde değişikliğe gidildi. Genelkurmay Başkanı Metin Gürak emekliye sevk edilirken yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu atandı. Gürak'ın yaş haddinin dolmasına henüz iki yıl bulunuyordu.
Savunma kulislerinde Libya ve terörle mücadele harekat sahalarında büyük tecrübeye sahip olan Gürak'ın görev süresini tamamlamadan emekli edilmesi dikkat çekerken, yeni atanan Bayraktaroğlu’nun Gürak'a kıyasla kıta görevi süresinin daha sınırlı oluşuna ve kıta görevi yani sahada general olarak görev süresinin emsallerine göre oldukça az olduğuna dikkat çekiliyor.
Haberlerin kâğıda, ekrana ve kulaklarımıza döküldüğü bu günlerde, çoğu zaman masa başında değil, sahada, tozun ve terin arasında büyüyen bir tanıklığın ağırlığını omuzlarımda hissediyorum. Uzaktan bakınca her şey gri ve uzak görünebilir ama sahada geçen yıllarım boyunca şunu öğrendim: Her karar, her atama, her ihraç aslında görünenin ötesinde bir anlamlar zinciriyle toplumun bilinçaltına işlenir. Ve evet, her daim sinirlerimle terbiyemi dengelemeye çalıştığım bu haberlerde, metaforların derinliğine sığınmak, bana hem bir zırh hem de bir nefes aralığı sunuyor.
Son YAŞ (Yüksek Askeri Şûra) toplantısı, deyim yerindeyse, sarayın yüksek tavanlarında uğuldayan entrikaların, eskiyle yeninin, ritüellerin ve beklenmedik dönüşlerin buluşma noktası oldu. Ve bu buluşma, ucube şeytanımsı beş başlı yılanın gölgesinde, yalnızca görev değişikliğinden ibaret değil, bir çağın değerleriyle hesaplaşmasının da zeminini hazırlıyor.
Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Selçuk Bayraktaroğlu, askeri kariyerinin bazı aşamalarında özellikle de teğmenlerin ihraçları gibi çetin karar anlarında toplumun farklı kesimlerinden eleştiriler almış bir figür. Bir satranç tahtasının başrol oyuncusu gibi, piyonların kaderini belirleyen hamleleriyle, gücün ve sadakatin sınırında yürümek zorunda kalan bir komutan. Peki, neden tam da bu zamanda, bu şartlar altında, beş başlı yılanın sarayında, Bayraktaroğlu’na bu görev tevdi edildi?
İşte burada metaforun kapısını aralamamız gerekiyor. Saray, yalnızca bir mekân değil; toplumsal hafızada kök salmış, eskiyle yeninin çatıştığı, liderliğin ve gücün sorgulandığı bir arenadır. Beş başlı yılan ise, her bir başıyla başka bir tehdidi, başka bir beklentiyi ya da başka bir çıkarı simgeler. Bayraktaroğlu’nun atanması, bir yandan sistemin geleneksel ritüellerine hızla adapte olabilen bir karakterin sahneye çıkışı, diğer yandan ise eski gömleklerin omuzlarında bıraktığı ağırlıkla yeni bir dönemin açılışıdır.
Teğmenlerin ihracı, bir kurumun bekası uğruna bireysel kaderlerin feda edildiği bir dönüm noktasıdır. Her yeni başkan gibi Bayraktaroğlu da, yenilikle geçmişin arasında sıkışmanın, toplumsal beklentilerin ağırlığıyla ezilmenin eşiğinde duruyor. Attığı her imza, yalnızca bir disiplin gereği değil, aynı zamanda değişen dengelerin ve yeni düzenin de bir işareti.
Ve bütün bu görüntünün ardında, toplumsal eleştirilerin şahsa değil, aslında simgeler üzerinden yürütüldüğünü görmek gerekir. Bayraktaroğlu’nun şahsında toplanan eleştiriler, bir anlamda geçmişin hayaletleriyle, bugünün endişeleriyle ve geleceğe dair belirsizliklerle yüzleşmenin dışavurumudur.
YAŞ toplantısı, dev bir satranç tahtasında figürlerin rollerini oynadığı, kimin vezir kimin piyon olduğunun ancak oyunun sonunda anlaşıldığı bir gösteriye dönüşmüş durumda. Bayraktaroğlu’nun genelkurmay başkanlığı yolculuğu ise bir trajikomedi; yeniliğin sancısı, eskiyle hesaplaşma ve değişen değerlerle sınanan liderlik öyküsü. Sarayın loş ışıklarında yazılan bu hikâyede, beş başlı yılan her an yeni bir baş çıkarabilir, figürlerin gölgeleri perdede dans etmeye devam edebilir.
Sonuç olarak; masa başında değil, hâlâ sahada yürütülen araştırmalarla, gözlemlerle ve zaman zaman metaforik bir mesafeyle yazılan bu değerlendirmeler, liderlik, sadakat ve yenilik gibi kavramların toplumsal hafızada ne kadar sarsıcı olabileceğini bir kez daha gösteriyor. Bayraktaroğlu’nun hikâyesi, yalnızca kişisel bir başarı öyküsü ya da eleştiri malzemesi değil; aynı zamanda, değişen çağın ve toplumun sancılı dönüşümünün aynasıdır.
Bir Satranç Masasında: Teğmenlerin İhracı ve Bayraktaroğlu’nun Rolü Üzerine Metaforik Bir Sorgulama
Görünmeyen Ellerin Gölgesinde, İç ve Dış Dinamiklerin Çatışmasında
Bir araştırmacı yazar olarak, içimde ağır bir taş gibi oturan soruları her zaman doğrudan yanıtlamak kolay değildir; hele ki mesele, beş başlı yılanın gölgeleriyle sarılı bir sarayda oynanan satranç oyunundaki en kritik hamlelerden birine gelince. Bazı soruları sormak “Yürek ister” cevapları ise işte o zaman cesaret, bazen kalemin ucunda, bazen satır aralarında, bazen ise sustuklarımızda gizlidir.
Bu trajikomik oyunda, Bayraktaroğlu’nun rolü salt kendi iradesinin mi, yoksa kadim geleneğin ve dışarıdan üflenen rüzgârların mı bir ürünüydü? Yoksa o, satranç tahtasında kendisine biçilen rolü oynayan, elindeki piyonu ileri süren bir komutandan mı ibaretti?
İç Dinamiklerin Düğümü
Her kurum gibi askeriyenin de kendi iç ritüelleri, yazılı ve yazılı olmayan kuralları vardır. Teğmenlerin ihracı vakasında, Bayraktaroğlu’nun imzası, görünürde şahsi bir tercih gibi sunulsa da, perde arkasında işleyen kurumsal hafıza, teamüller ve disiplin mekanizmaları da iş başındaydı. Bir lider, çoğu zaman kendi vicdanı ile kurumun devamlılığı arasında sıkışır. Sadakatin sınandığı bu noktada, atılan her imza bir kefaret, verilen her karar bir yük olur. İç dinamikler çoğu zaman, toplumsal huzurun ve kurumun bekasının gerekçesiyle bireysel kaderleri gözden çıkarır. Bayraktaroğlu burada, savaş alanındaki bir vezir gibi, kendi manevra kabiliyetini sistemin önceliklerine feda etmiş olabilir.
Dış Dinamiklerin Fısıltısı
Diğer yandan, Türkiye’de askeri kurumun tarihi, yalnızca içe kapalı bir hikâyeden ibaret değildir. Sarayın yüksek tavanlarını dolduran uğultular, bazen dışarıdan esen politik rüzgârlarla şekillenir. Her atama, her ihraç, ülkenin yönünü tayin eden daha büyük güçlerin, zamanın ruhunun ve toplumsal beklentilerin gözetiminde gerçekleşir. Bayraktaroğlu’nun piyon mu yoksa oyuncu mu olduğuna dair sorunun yanıtı, işte bu dış dinamiklerde aranmalıdır. Geleneksel yapının, sistemin sürekliliğini sağlama refleksiyle, “birilerini feda etme” pratiğine sıkı sıkıya tutunması, onu bilinçli veya bilinçsizce oyunun bir piyonu hâline getirir.
Piyon, Vezir ve Oyun Kurucu Arasında
Her satranç oyununun başında piyonlar saf saf dizilir; kimisi ilk hamlede harcanır, kimisi yolun sonunda terfi eder. Bayraktaroğlu’nun durumu da, belki de bir piyonun vezirliğe yürüyüşünde, arada geçmek zorunda kaldığı mayınlı tarlalardan biridir. Kendisi karar sürecinin merkezinde dursa da, hamlelerinin sınırlarını belirleyen görünmez eller, geleneksel yapı ve çağın değişen rüzgârlarıdır. Bir yanda iç disiplinin bağlayıcılığı, diğer yanda dış politik ve toplumsal baskıların yönlendirmesiyle, onun hareket alanı daralır.
Metaforun Derinliğinde
Sarayın loş ışıkları altında oynanan bu oyun, sadece bireysel bir tercihin ya da çıkarın ürünü değildir. Beş başlı yılanın her başı, farklı bir çıkarı, farklı bir korkuyu ya da beklentiyi simgeler. Bayraktaroğlu’nun imzasıyla somutlaşan ihraç kararları, satranç tahtasında görünür olan taşın, aslında gölgede dans eden başka eller tarafından da hareket ettirildiğinin işaretidir.
Sonuç Yerine
Sorguladığımızda aldığımız alt düzeyde, terbiyeli olarak su üzerinde bulunan yanıt, tek bir kutunun içine sığacak kadar basit değildir. İç dinamikler ve dış dinamikler, piyonlar ve vezirler, geleneğin ağırlığı ve yenilik rüzgârları: Hepsi bu hikâyenin birer parçası. Bayraktaroğlu’nun rolü ise, hem satranç tahtasında ilerleyen bir taş, hem de perdenin arkasında oyunu kuran güçlerin izlerini taşıyan bir karakter olarak kalacaktır. Ne yalnızca bir piyon ne de tamamen özgür bir vezir; hikâyesi, zamanın trajikomik aynasında yansımasını bulacaktır. Bugünün aynası yarının görüntüsüdür…
Oyunun Baş Piyonu mu, Stratejik Vezir mi? Bayraktaroğlu’nun Atanmasının Gölgesinde Yükselen Tartışmalar
Satranç Tahtasında Bir Taşın Yolculuğu ve Güç Dengelerinin Yeniden Dağılımı
Hikâyemize bir metaforla başlamalı mıyız? Elbette, çünkü satranç tahtasında her taşın, tıpkı kurumların ve liderlerin hikâyesinde olduğu gibi, kendi kaderi vardır. Bayraktaroğlu’nun atanmasının ardından yeniden alevlenen tartışmalar da, işte bu metaforik satranç oyununda baş piyonun vezirliğe uzanan serüvenini hatırlatıyor.
Satrançta Piyonun Yükselişi ve Vezir Olma Arzusu
Bir piyon, oyun başında sıradan sayılır; yolu dikenli, hareket alanı darsa da, belirli bir stratejinin parçası olduğunda ve doğru hamlelerle yolun sonuna ulaştığında vezir olma potansiyeli taşır. Bayraktaroğlu’nun atanması da, böylesi bir terfinin toplumsal ve kurumsal düzeydeki yansımalarını beraberinde getiriyor. Stratejik önem taşıyan bu pozisyonda, hem iç dinamiklerin düğümünü çözmek hem de dış rüzgârları göğüslemek zorunda olan bir liderin yükü omuzlarda ağırlaşır.
Vezire Dönüşen Piyonun Gölgesinde Kalan Tartışmalar
Kara Harp Okulu mezuniyet töreni sonrasında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atan beş teğmenin ihraç sürecinde, Bayraktaroğlu’nun pozisyonu tartışmaların merkez üssüne dönüşmüştü. Bu süreçte, onun adı adeta satranç tahtasında yol alan bir taş gibi, her hamlede yeniden gündeme geldi. Çünkü Yüksek Disiplin Kurulu’nda verilen oyların dengesi, kararın ağırlığı ve kararın onay sürecinde Bayraktaroğlu’nun adı, taşın oyunun kaderini değiştiren bir hamle gibi öne çıktı.
Tam da bu nedenle, yakın dönemdeki tartışmalar yeniden alevlendi: Bir piyonun şartlar olgunlaştığında vezirliğe, yani oyunun en stratejik ve çok yönlü taşına dönüşmesi gibi, Bayraktaroğlu da hem sistemin devamlılığını hem de yeni dönem stratejilerini temsil eden bir figür olarak algılandı. O, sadece bir yürütücü değil; bazen oyunun akışını değiştiren, bazen de perdenin ardındaki görünmez güçlerle hareket eden bir baş piyondu.
Dönemin Ruhunu Yansıtan Stratejik Bir Rol
Kamuoyunda ve özellikle muhalefet cephesinde oluşan yankılar, onun bu süreçte “vezir olacak baş piyon” olarak görülmesinin temelini oluşturdu. Çünkü satrançta vezir, en hızlı ve en çok hareket kabiliyetine sahip taşken, aynı zamanda en büyük sorumluluğu da taşır: Kralı korumak, işte bu noktada haykırıyorum kral çıplak, dengeyi sağlamak ve kazanmak için yol açmak… Bayraktaroğlu’nun imzası, sadece teknik bir onay değil, oyunun rotasını belirleyen, kurumun reflekslerini ve toplumsal hafızayı şekillendiren sembolik bir hamle olarak yerini aldı.
Aynadaki Yansımanın Derinliği
Sonuç olarak, Bayraktaroğlu’nun atanması ve ihracın onaylanma süreci, hem iç ritüellere sadık kalan bir kurumun geleneğinin hem de dışarıdan gelen değişim rüzgârlarının çarpıştığı bir arenada şekillenmiştir. Bu arenada, bir liderin taş mı, oyuncu mu, yoksa oyunu kuran mı olduğu sorusu her zaman günceldir. O; ne sadece bir piyon, ne de tamamen özgür bir vezir… Onun hikâyesi, satranç tahtasında ilerlerken ardında bıraktığı hamlelerle ve yarının aynasında kendine yeni anlamlar bularak var olmaya devam edecek.
Bir kez daha, tarihin bu dönemeçli anına geri döndüğümde, içimi acıtan olgular zihnimde yeniden canlandı. 30 Ağustos 2024’teki Kara Harp Okulu resmi mezuniyet töreninde, kılıçlarını havaya kaldırıp “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykıran o beş teğmenin, bu coşkulu anda yalnızca kendi seslerini değil; aslında bir geleneğin, bir mirasın yankısını yükselttiklerini hatırlıyorum. Ancak hemen ardından başlatılan disiplin soruşturması ve “Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayırma” cezası istemiyle Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edilmeleri, sürecin dramatik boyutunu gözler önüne serdi. Dokuz üyeli kurulda beş üyenin oy çokluğuyla alınan ihraç kararı, yalnızca o genç subayların geleceğini değil, toplumsal vicdanı da derinden yaraladı.
İşte tam da bu noktada, insanın yüreğine ağır gelen bazı durumlar karşısında kelimelerin neden kifayetsiz kaldığını, makalenin satır aralarında öfkeyle yoğrulmuş bir sükûtun neden dolaştığını daha iyi anlıyorum. Çünkü bazı gerçekler, anlatının sınırlarını aşan bir burukluk ve içsel bir çığlık olarak varlığını sürdürüyor.
Tribünlerdeki Sessizlik: Toplumsal Suskunluğun Kökleri
Dönemin Satranç Tahtasında Gölgede Kalan Seyirciler Üzerine Bir Sorgulama
Bir piyonun vezire dönüştüğü, kararların bir avuç insanın oyuyla şekillendiği, geri kalanların ise tribünlerde sessizce beklediği bir satranç oyununda, toplumun suskunluğunun ve umursamazlığının nedenlerine bakmak gerekiyor. Özellikle, dokuz üyeli Yüksek Disiplin Kurulu’nda beş oya karşı dörtyle alınan ihraç kararının ardından, tribünlerden yükselmesi beklenen sesin neden buharlaştığı, halkın neden korkuya teslim olduğu sorusu, bugünün en önemli meselelerinden biri.
Toplumsal Sessizliğin Anatomisi
Öncelikle, her toplumun kolektif hafızasında, ağır bedellerle ödenmiş korkular ve bastırılmış anılar birikir. Yakın tarihte yaşanan darbeler, sarsıcı siyasi olaylar veya FETÖ gibi karanlık yapılar, yalnızca kurumsal düzeni değil, bireylerin iç dünyasını da sarsar. Böyle dönemlerde, toplum, açıkça taraf olmaktansa, tribünlerde sessizce oturmayı, olanı biteni uzaktan izlemeyi tercih eder. Çünkü geçmişin travmaları, yeni bir bedel ödemekten, hedef olmaktan, “yanlış tarafta” bulunmaktan duyulan kolektif korkuyla birleşir. Dışarıdan bakıldığında bu, kolayca “umursamazlık” gibi görünse de, derinde yatan gerçek çok daha karmaşıktır.
Otoriteye Karşı Temkinli Mesafe
Disiplin Kurulu’nun kararında, beş üyenin ihraç yönünde oy kullanması, dört üyenin ise itiraz etmesi, aslında toplumsal vicdanın ve kurumsal sadakatin çatıştığı bir fay hattını gösteriyor. Ancak karar alındıktan sonra, toplumun geniş kesimleri “söz hakkı”nı kullanmakta çekingen davranıyor. Çünkü otoritenin kararları, özellikle askeri ve bürokratik gelenekte, mutlaklık taşıyor ve sorgulayanın başına ne geleceği bilinmiyor. Birçok kişi için, sisteme karşı yüksek sesle itiraz etmek, kişisel risklerin kapısını aralamak anlamına geliyor.
Tribünlerdeki Halkın Korkusu
Bazen o tribünlerdeki insanlar, bir gün kendilerinin de aynı sahnede, aynı yargılamanın nesnesi olabileceğini düşünüp susmayı seçiyor. “Ya bana da sıra gelirse?” korkusu, bir tür iç denetim mekanizması olarak çalışıyor. Hele ki FETÖ gibi örgütlerin toplumu ve kurumları sinsice ele geçirdiği, masumla suçlunun ayırt edilemediği yılların gölgesi hala üzerimizdeyken, insanlar, sorgulamanın bedelinin ne olacağını kestiremiyor.
Görmemezlikten Gelmenin Psikolojisi
Seyirci olan toplumun, açıkça gözlerinin önünde cereyan eden adaletsizliği görmemesi veya görmezden gelmesi, bir anlamda kendini koruma içgüdüsünden kaynaklanıyor. Bu tür toplumsal ilgisizlik, bazen bir savunma mekanizması, bazen de hayal kırıklığının, güçsüzlük duygusunun dışavurumu oluyor. “Benim sesim neyi değiştirebilir ki?” hissi, zamanla kolektif bir umursamazlığa, toplumsal bir uyuşukluğa dönüşüyor.
Tarihsel Bellek ve Sorumluluk
Oysa satranç tahtasındaki hiçbir taş, sadece bir taş değildir; tribünlerde oturan her seyirci, bir gün oyunun gerçek aktörü olabilir. Toplumun, yaşananları eleştirel gözle izlememesi, geçmişte yaşanan acıların, korkuların ve suskunluğun yeni örneklerine zemin hazırlar. FETÖ örneğinde olduğu gibi, suskun kalan, görmezden gelen toplumlar, bir gün aynı oyunun mağduru haline gelebilir.
Oyun Devam Ederken
Sorgulamadan, ses çıkarmadan, sadece izleyerek yaşamak, aslında olup biteni onaylamak anlamına gelir. O yüzden, tribünlerde oturanların, bir gün vezir ya da piyon olabileceğini unutmadan, kendi geleceğine sahip çıkması gerekir. Zira, bir toplumun en büyük suskunluğu, çoğu zaman en yüksek çığlığıdır ve bu çığlık duyulmadıkça, aynı oyun tekrar tekrar sahnelenmeye mahkûmdur. İşte dış istihbaratın analizleri böyle gelişiyor. Ve güncellemeler böyle yapılıyor.. Bunu da bu metaforik hikayede bilmenizde yarar var… Bu projelerin mimarı olan dış olguların yegane dayanağı şu; evet, suskun halk bu aşamadaki analizlerde son derece önemli yer tutuyor.
Dönemin gazetelerinde yer alan haberlerde, Disiplin Kurulu'nun ihraca ilişkin kararını Kara Kuvvetleri Komutanı olarak Bayraktaroğlu'nun da onayladığı aktarıldı. Fakat tüm bu süreçler basına yansırken tribünlerdeki halk yine sessizdi; geçmişin gölgesinde şekillenen bu suskunluk, aslında kimsenin bireysel olarak kolayca üstlenemeyeceği kadar büyük, kolektif bir sorumluluğun ürünüydü. Sorgulamaktan kaçınan, olanı biteni yalnızca izlemekle yetinen toplumun bu tepkisizliği, yalnızca otoritenin baskısından değil, geçmişte yaşananların bıraktığı derin izlerden ve geleceğe dair belirsizlikten besleniyordu. Sonuçta, toplumsal hafızada kök salan korku ve alışkanlıklar, suskunluğun gerçek sorumlusunun yalnızca bir kişi ya da kurum değil, toplumsal yapının kendisi olduğunu gösteriyordu.
İhraç kararı, özellikle göstermelik muhalefet cephesinde ve genel kamuoyunda derin yankılar uyandırmış olsa da, bu yankının gerçekte ne kadar sahici ve içten olduğu tartışmaya açıktı. Birçok kişi, alınan kararın perde arkasında hangi hamlelerin yapıldığını, kimlerin süreci yönlendirdiğini ya da kamuoyuna hangi bilgilerin sızdırıldığını sorgulama gereği duydu. Ancak sonuçta, yine en yüksek perdeden konuşması beklenen toplumsal kitleler hem tedirginliğin hem alışkanlığın gölgesinde sessiz kalmayı tercih etti.
Sözde muhalefet, zaman zaman ses yükseltmiş gibi görünse de, bu tepkiler çoğu zaman belirlenmiş sınırlar içinde kaldı; gerçek bir değişim ya da sorgulama iradesi ortaya konmadı. Olayların kamuya açıklanma biçimi, çoğu zaman bir “oyun”un parçası gibi, topluma belli mesajlar vermeye odaklıydı. “Hamleler niye verildi, kim duydu bunları?” sorusu da işte tam bu noktada anlam kazanıyor: Bilgi, yalnızca duyulmasına izin verilmek istendiği kadarıyla topluma ulaştırıldı, geri kalanı ise görünmez bariyerlerin arkasında kaldı.
Sonuç olarak, toplum bir kez daha seyirci olmayı, olup bitene yalnızca uzaktan bakmayı seçti. Belki de toplumsal hafızanın ve korkunun etkisiyle, belki de sistemin dayattığı sessizlikle... Nihayetinde, hem alınan kararın hem de muhalefetin tepkisinin topluma yansıma biçimi, bir “zaman tünelinde” sürekli tekrarlanan, hep aynı imgelerin ve rollerin paylaşıldığı bir hikâyeye dönüştü. Seyircinin onaylayıp onaylamadığı değil, o sessizliğin ve edilgenliğin yeniden ürettiği toplumsal imaj belirleyici oldu.
Zaman tünelinde biraz daha geri gittiğimizde, aslında toplumun hafızasında yer eden bazı figürlerin, rollerini ve seçimlerini çoktan belirlemiş olduklarını fark ederiz. Nereye aktığı belli olan, selam vermeyi bile bilmeyenlerin hikâyede karşımıza çıkması tesadüf değildir; bunlar, her dönemin gölgesinde gezinen, sistemin karmaşasında kendini akıntıya bırakmış varlıklardır. FETÖ’nün sanal yapısal darbesinde esir olan Genelkurmay Başkanı’nın, şehit cenazelerinin ardından henüz şehitlerin kanları kurumadan bambaşka bir sahnede, patronunun çocuğunun düğününde yer alması, toplumsal hafızanın unutmaya zorlandığı ama suskunluğun derinlerinde gizlenen bir başka acı gerçektir. Bu tür figürler, ödüllendirilip milletvekili yapıldıklarında oyunun kuralları bir kez daha görünür olur; çünkü suskunlukla örülmüş düzenin içindeki ödül ve ceza dengeleri, aslında hep görünmeyen bir elin gölgesinde şekillenir.
Bayraktaroğlu’nun da aynı akıntıya kapıldığını, nehrin nereye döküleceğinin artık sır olmaktan çıktığını görürüz. İstemlerin sınırı yok, arzuların ufku belirlenemez; metaforik anlatının ipuçları bu döngüyü açıkça ele verir. Kusura bakmasın ama Bayraktaroğlu’nun ya da benzerlerinin bu akışın dışında kalması mümkün müdür? Sanmıyorum. Analizlerim ve gözlemim, tarihsel örüntülerin tekrarlandığını, bir kez daha aynı sahnenin, yalnızca yeni oyuncularla oynandığını gösteriyor. Belki yanılmayı ister insan, ama toplumsal hafıza ve kolektif suskunluk, hep benzer sonuçları doğuruyor.
“Çapan Oğlu”
Türkçe ’de “Çapan Oğlu”
Çapan oğlu ifadesi, Türkçede deyimsel bir söylem olarak bilinir ve özellikle “işleri karıştıran, beklenmedik bir anda ortaya çıkan, süreci veya planı bozan kişi” anlamında kullanılır. Hikâye ya da anlatı içinde çapan oğlu çıkması, beklenmeyen bir engelin, olayların akışını değiştiren bir unsurun ya da sürpriz bir karakterin devreye girmesiyle bağlantılıdır.
Çapan oğlu, gerçek bir kişi değil, daha çok olayların akışına müdahale eden, işleri beklenmedik şekilde değiştiren “aykırı” ya da “oyunun kuralını bozan” bir karakteri temsil eder. “Zaman tünelinde fazla durmayalım çapan oğlu çıkabilir çünkü…” gibi bir cümlede, Yanlış anlaşılmasın ben aşağıdaki yazımın devamında uyarıyorum ki; bildiklerim ve bilmemek istediklerim çok fazla geçmişte fazlaca oyalanmanın ya da ayrıntılara fazla dalmanın, beklenmedik ya da istenmeyen bir unsurun (çapan oğlunun) ortaya çıkmasına yol açabileceğini, dolayısıyla anlatının odağının dağılabileceğini söylüyorum.
Gündelik konuşmada çapan oğlu, mizahi bir tonda kullanılır ve “işe çomak sokmak”, “işleri karıştırmak” gibi deyimlerin karşılığı olarak görülebilir. Olayların akışında ani bir değişiklik ya da karmaşa yaratabilecek kişi veya faktör anlamı taşır.
- Beklenmedik müdahale?
- Anlatıda ya da hayatta planların bozulmasına neden olan unsur.
- Karmaşa yaratan figür?
- Olayların kontrolünü kaybettiren ya da farklı bir yöne çeviren karakter.
- Mizahi ve hafif uyarı?
- Fazla geçmişte oyalanmanın sürpriz sonuçlar doğurabileceği esprili bir şekilde anlatılır.
Sonuç olarak, “çapan oğlu” ifadesi, anlatıda birdenbire işleri karıştırabilecek, planları alt üst edebilecek beklenmedik bir aktörü ya da durumu simgeler ve daha çok mizahi bir uyarı olarak kullanıyorum…
“Çapan Oğlu” ve Güncel Siyasette Beklenmedik Müdahaleler: İhraçlar, Tepkiler ve Anlamlar
Metaforik Bir Bakışla Günümüz Asker-Sivil Tartışmalarına Dair
Zaman tünelinde fazla durmamak gerektiğini, “çapan oğlu”nun her an çıkabileceğini söylerken, yalnızca geçmişin tuzaklarından değil; bugünün ani, beklenmedik ve karmaşık müdahaleleriyle de yüzleştiğimizi hatırlatıyorum. Çünkü hikâyemizde şimdi, siyasetin “sözde kalan” açıklamalarından doğan güncel tepkilere göz atmanın tam sırası.
İhraç Kararları Üzerine Siyasetten Yükselen Sesler
Yakın geçmişte, askeri disiplinin gölgesinde kalan bir dizi ihraç kararının ardından Özgür Özel, bu uygulamaları sert bir dille eleştirdi. Dönemin Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Tevfik Algan’ın, ihraçlara şerh koyduğu ve sonrasında baskı sonucu görevinden ayrıldığı iddiası, olayların akışına adeta bir “çapan oğlu” gibi dahil oldu.
Peki ne değişti? Hayatın ve siyasetin doğal akışında “çapan oğlu”, bazen suskun kalabalığın hayal kırıklığında, bazen de iktidar ve muhalefet arasındaki keskin söz düellolarında ortaya çıkıyor.
Sözlerin İzi: Karşılıklı Suçlamalar ve Beddualar
Özgür Özel’in, Kara Kuvvetleri Komutanı Selçuk Bayraktaroğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu’na, “Siz arkadaşlarınızın hayır duasını değil, bedduasını almış adamsınız” demesi, sessiz çoğunluğun tepkisinin bir yansıması mıydı, yoksa politik bir aymazlığın ifadesi mi? Bu noktada çapan oğlu yine devreye giriyor; çünkü beklenmedik bir müdahale, planların ötesinde yeni bir karmaşa yaratabilir.
Diğer tarafta ise Baş varlık Recep Tayyip Erdoğan’ın, Özel’e “Başkomutan olarak sana sesleniyorum. Ayaklarını denk al, denk almazsan denk getirmesini biz biliriz” sözleriyle verdiği yanıt, siyasi tansiyonu bir anda tırmandırıyor. Buradaki metaforik başkomutanlık, güç gösterisinin ve otoritenin simgesi olurken, siyasetin her hamlesinde çapan oğlunun gölgesi beliriyor.
Yasalar, Duygular ve Dava Dalgaları
Askeri hiyerarşi ve siyasal alan arasındaki bu gerilim, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu’nun, Özel’e yönelttikleri manevi tazminat davalarıyla yeni bir boyut kazanıyor. Kendi yaptıkları yasalarla çerçevelenen bu süreçte, her dava dosyası aslında anlatının odağını değiştiren bir çapan oğlunu temsil ediyor.
Sizce, bu karmaşada kimin sesi yankı bulur? Sözde kalan siyasi beyanlar mı, yoksa ihraç edilenlerin ve suskun çoğunluğun bedduası mı? Ya da belki de her şey bir anda yön değiştirir ve “çapan oğlu” yine en beklenmedik anda sahneye çıkar.
Mizahi Bir Uyarıdan Gerçek Siyasetin Çıkmazına
Son kertede, “çapan oğlu” ifadesiyle anlatmak istediğim, toplumsal ve politik düzlemde her an dengeyi bozabilecek, planları alt üst edebilecek aktörlerin ve olayların varlığıdır. Bugün yaşadığımız askeri ihraçlar ve bunlara verilen siyasi tepkiler, mizahi bir uyarı olmaktan çıkıp, toplumun gerçek kaygılarına, hukuk ve adalet arayışlarına dair derin bir sorgulamaya dönüşmektedir.
Bu nedenle, zaman tünelinde çok fazla oyalanmadan, geçmişe takılıp kalmadan; ama çapan oğlunun her an çıkabileceğini unutmadan ilerlemek, siyaset ve toplumsal barış adına belki de en sağlıklı yol olacaktır.
Güven ve güvensizlik olgusunda bu hikayedeki Çapan Oğlu’nun Gölgesinde Bir Askeri Yolculuk: Selçuk Bayraktaroğlu’nun Kariyerinin Metaforik Serüveni
Yükseliş, Dönemeçler ve Araştırmacıya Düşen Sorgu
Bazen, tarihin labirentlerinde ilerlerken, bir şahsiyetin yolculuğu sadece kendi kaderiyle sınırlı kalmaz; ardında toplumsal dalgalar, siyasal çatışmalar ve beklenmedik “çapan oğulları” bırakır. Selçuk Bayraktaroğlu’nun askeri kariyeri de tam anlamıyla böyle bir serüvendir: Hem bir dönemin panoramasını hem de araştırmacıların önüne çıkan sorgulama alanlarını içinde barındırır.
Köyden Karargâha: Bir Kariyerin Başlangıcı
9 Mart 1961’de Artvin’in Yusufeli ilçesinin Kılıçkaya beldesinde dünyaya gelen Bayraktaroğlu, askeri disiplinin ilk tohumlarını 1977’de Kuleli Askerî Lisesi’nde ekti. Ardından, 1981’de Kara Harp Okulu’nu, 1982’de ise Muhabere Okulu ve Eğitim Merkezi’ni başarıyla tamamladı. Bu yıllar, bir askerin köyden çıkıp devletin güvenlik katmanlarına adım attığı, zorlu eğitimin ve sabrın sınandığı dönemlerdir.
Kademeler ve Analizin Derin Suları
Zaman ilerledikçe Bayraktaroğlu, 1993’te Kara Harp Akademisi, 1997’de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezuniyetleriyle bilgi ve öngörü havuzunu derinleştirdi. 2000 yılında muhabere kurmay albay rütbesine yükseldi. Türkiye’nin siyasi ikliminde, iktidarın “çıraklık dönemi”yle paralel bir şekilde ilerleyen bu süreçte, 2009’a kadar Genelkurmay II. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanlığı Temel Analiz Şube Müdürlüğü yaptı. FETÖ’nün gölgesinin uzadığı yıllarda, askeri bürokrasinin analitik ve stratejik kalbinde yer almak, gelecekteki tartışmalara da kapı araladı.
Fırtınada Terfiler ve Komutanlıklar
2009’da tuğgeneral rütbesine terfi eden Bayraktaroğlu, 9. Motorize Piyade Tugayı ve Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı Mühimmat Komutanlığı gibi kritik görevlerle, hem sahada hem de karargâhta önemli deneyimler edindi. 2013’te tümgeneral, 2016’da ise FETÖ’nün karanlık bir kalkışma olarak tarihe geçtiği dönemin hemen ardından korgeneral rütbesine yükseldi ve Genelkurmay Personel Başkanlığı’na atandı. Her terfi, askeri yapının içindeki dengelerin, güç mücadelelerinin ve toplumsal dalgalanmaların bir izdüşümüydü.
Zirveye Yolculuk: Madalya ve Komutanlık
2021’de orgeneral rütbesine erişen Bayraktaroğlu, 24 Ağustos 2021’de asaleten Genelkurmay II. Başkanlığı’na atandı. Kısa süre sonra, 24 Aralık 2021’de dönemin Milli Savunma sekreteri Hulusi Akar tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Hizmet Madalyası ile onurlandırıldı. Sonrasında ise 16 Ağustos 2023’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine getirildi; akabinde askeri kariyerinin doruk noktası olan Genelkurmay Başkanlığı ile zirveye ulaştı.
Metaforik Hikâyede Bir Araştırma Alanı: Çapan Oğlu’nun Gölgesi
İşte tüm bu yolculuk, yalnızca bir askerin yükselişi değil; aynı zamanda ülkenin siyasi ve toplumsal dönüşümlerinin de izdüşümüdür. Her terfi, her görev değişikliği, arka planda işleyen güç dengeleri, işaret fişeği gibi patlayan krizler ve “çapan oğlu” misali dengeyi bozan, akışı değiştiren olaylarla örülüdür.
Burada anlatının gerisinde kalan sorular, araştırmacıların önünde bir sahne açar:
- Bayraktaroğlu’nun görev aldığı yıllardaki askeri-bürokratik ilişkiler nasıl şekillenmiştir?
- FETÖ’nün yükselişi ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi kritik olayların bu kariyerin seyrine etkisi nedir?
- Her rütbe ve ödül, hangi toplumsal ve siyasi dalgalanmaların ortasında verilmiştir?
- Çapan oğlu gibi, beklenmeyen aktör veya olaylar kariyer rotasını ne kadar değiştirmiştir?
Son tahlilde, Bayraktaroğlu’nun askeri kariyeri, yalnızca bir “başarı öyküsü” olarak değil; aynı zamanda siyasal, hukuksal ve toplumsal yapıların birbiriyle etkileşimde olduğu, metaforlarla örülü bir araştırma alanı olarak karşımızda durur. Geçmişin ve günümüzün tüm çapan oğullarıyla sorgulanmaya ve incelenmeye açıktır.
Bayraktaroğlu’nun Askeri Kariyer Gelişimine: Tarafsız ve Analitik baktığımda
Araştırma yapmada önce, Metaforik Hikâyede Bir Askerin Yükselişi ve Yapısal Dinamikler
Kariyerin Temel Dönemeçleri
Bayraktaroğlu'nun askeri kariyeri, 1961 yılında Artvin’in Yusufeli ilçesinde başladığı yaşam yolculuğundan bugüne, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde sistemli bir yükselişin izlerini taşır. Eğitim hayatı oldukça disiplinli ve planlı bir şekilde ilerlemiş; 1977’de Kuleli Askerî Lisesi, 1981’de Kara Harp Okulu ve 1982’de Muhabere Okulu ve Eğitim Merkezi’ni başarıyla tamamlamış, 1993’te Kara Harp Akademisi ve 1997’de Silahlı Kuvvetler Akademisi mezuniyetleriyle kurmaylık vasfını kazanmıştır.
Rütbe Terfileri ve Görevler
- 2000 yılında muhabere kurmay albay rütbesine terfi etmiştir.
- 2009’da tuğgeneral rütbesine yükselerek, 2009-2011 arasında 9. Motorize Piyade Tugayı Komutanlığı yapmıştır.
- 2011-2013 arasında Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı Mühimmat Komutanlığı görevini üstlenmiştir.
- 2013 yılında tümgeneral, 2016’da ise korgeneral rütbesine terfi etmiştir.
- 2016’da Genelkurmay Personel Başkanlığına atanmıştır.
- 2021’de orgeneral rütbesine yükselmiş ve 24 Ağustos 2021’de asaleten Genelkurmay II. Başkanlığına atanmıştır.
- 24 Aralık 2021’de Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Hizmet Madalyası ile onurlandırılmıştır.
- 16 Ağustos 2023’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine getirilmiş, en nihayetinde Genelkurmay Başkanlığı’na atanarak zirveye ulaşmıştır.
Analitik Değerlendirme
Bayraktaroğlu’nun kariyeri, Türkiye’nin yakın tarihindeki askeri, siyasi ve toplumsal dönüşümlerin gölgesinde şekillenmiştir. Her terfi ve atama, dönemin koşullarına ve askeri-bürokratik yapıdaki dengelere bağlı olarak gelişmiştir. FETÖ’nün yükseldiği ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gibi oldukça kritik olayların yaşandığı bir dönemde görev alması, kariyer rotasında farklı dinamiklerin etkileşimine işaret eder.
Özellikle 2009-2016 yılları arasında, hem askeri yapılanmada hem de sivil-asker ilişkilerinde derin dönüşümlerin yaşandığı görülmektedir. Bu süreçte elde edilen her rütbe ve atama, sadece kişisel başarılarla değil, aynı zamanda dönemin siyasi ve toplumsal dalgalanmalarının ortasında gerçekleşmiştir. Genelkurmay İstihbarat Analiz görevinden, tugay komutanlığı ve lojistik alanındaki vazifelere, sonrasında ise üst düzey karargah ve komuta pozisyonlarına uzanan bir yol izlenmiştir.
Araştırma Konusu Olarak Bayraktaroğlu’nun Kariyeri
- Kariyerinin gelişimi; askeri-bürokratik ilişkilerin, sivil-asker etkileşiminin ve güç dengelerinin tarihselliğiyle doğrudan ilişkilidir.
- FETÖ’nün yükselişi ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü, sadece kişisel bir başarı öyküsünü değil; aynı zamanda kurumsal yapının sınavdan geçtiği bir dönemi de kapsar.
- Her terfi, rütbe veya ödül, belirli bir toplumsal ve siyasal ortamda, bazen de beklenmeyen olayların (metaforik olarak “çapan oğlu”nun) etkisiyle şekillenmiştir.
Sonuç ve Bilimsel Sorgulama Açısı
Bayraktaroğlu’nun askeri kariyeri, yalnızca bir yükseliş hikâyesi değil; askeri kurumun, politik sistemin ve toplumsal dinamiklerin iç içe geçtiği bir araştırma sahasına dönüşmektedir. Bu gelişim çizgisi, araştırmacılara Türkiye’deki askeri yapılanma, kriz dönemlerinde karar alma süreçleri ve modernleşme çabaları üzerine çeşitli açılardan değerlendirme imkânı sunar. Yükselişi ve atamaları, belirli bir dönemin ruhunu yansıtmakta; bu da tarih, siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarında çok katmanlı araştırmalara konu olabilecek zenginliktedir.
Özetle tarafsız analitik bakışla Önerdiğim Özetle araştırma Safaları?
Benden 7 ay önce doğmuş olan Bayraktaroğlu 9 Mart 1961’de Artvin'in Yusufeli ilçesinin Kılıçkaya beldesinde doğdu. Eğitim hayatı boyunca 1977'de Kuleli Askerî Lisesini, 1981'de Kara Harp Okulunu, 1982'de ise Muhabere Okulu ve Eğitim Merkezini tamamladı. 1993'te Kara Harp Akademisinden mezun olarak kurmay subay olan Bayraktaroğlu, 1997'de Silahlı Kuvvetler Akademisini bitirdi. Günler günleri kovaladı ve 2000 yılında muhabere kurmay albay rütbesine terfi etti ve iktidarın çıraklık döneminde ve FETÖ Siyaset sahnesinde iktidar ile aynı paralel yapıda beraber yürürken bu oluşumunda yani 2009'a kadar Genelkurmay 2. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanlığı Temel Analiz Şube Müdürlüğü yaptı. Yine bu FETÖ örgütü gündemde iken Bayraktaroğlu, 2009'da tuğgeneral rütbesine terfi ederken, bu rütbe ile 2009-2011 arası 9. Motorize Piyade Tugayı komutanlığı, 2011-2013 arası Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanlığı Mühimmat Komutanlığı yaptı. Yine günler günleri kovaladı 2013'te tümgeneral, 15 Temmuz Darbe Girişimi, 2016 yılında Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından Türkiye'de gerçekleştirilen askerî bir kalkışma girişimidir. Bu olgu böyle biliniyor… Bu arada 2016'da korgeneral rütbesine terfi eden Bayraktaroğlu, Genelkurmay Personel Başkanlığına atandı. Günler günleri hızla kovalarken Bayraktaroğlu, 2021'de orgeneral rütbesine terfi ederek, 24 Ağustos 2021'de asaleten Genelkurmay II. Başkanlığına atandı. Asıl önemli olay nereye aktığı bilinen 24 Aralık 2021'de o dönemdeki sarayın Millî Savunma sekreteri Hulusi Akar tarafından başarılarından dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Hizmet Madalyası ile ödüllendirildi. 16 Ağustos 2023'te ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine başlayan Bayraktaroğlu, son olarak da askeri kariyerinin zirvesi olan Genelkurmay Başkanlığına atandı. Burada kimseyi ne eleştiriyorum ne de taktir ediyorum araştırma yapacak kişilere ön bilgiler veriyorum… Her hikayeni gerçek düzlemde bir yansıması olur, bu olguda, bu bilgiler ışığında Araştırma yapacak kişi ve kurumlara yönelik araştırma konusu olabilir mi? Benden uyarması…
Cessur Demirali GÜRSU