BİR JANDARMANIN NOT DEFTERİ
Necati Kavlak, şair, anı/roman yazarı, deneme ve blog yazarı olarak çıkar karşımıza. Emekli bir asker. Profilinde kendisini Anadolu'nun kıraç topraklarında, ardıç ağaçlarının gölgesinde yeşermiş bir yazar olarak tanımlıyor. Hayal Denizi (şiir) ve Bir Jandarmanın Not Defteri (anı/roman) isimli iki eseri vardır. Aynı zamanda kendi bloğunda da makalelerini ve şiirlerini yayınlamaya devam etmektedir. Bugün geçenlerde elime geçen “Bir Jandarmanın Not Defteri” isimli kitabını tanıtmaya çalışacağız.
Kitabın tanıtım bülteninde öne çıkan anlatım şu şekilde: "Mustafa Kemâl ATATÜRK’ün ‘milletin efendisi’ diye tanımladığı, kırsal kesimde yaşayan asil Türk milleti ile onun can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü jandarmanın öyküsüdür." Zaten tanıtım bültenlerinde yer alan bu ifade ile de şunu anlıyoruz ki kitap, Mustafa Kemal Atatürk’ün “milletin efendisi” olarak tanımladığı kırsal bölgedeki halka hizmet eden jandarmanın görev ve sorumluluklarını anlatıyor. Yazar, mesleki deneyimlerinden yola çıkarak; kırsal halk ile jandarma arasındaki ilişkiyi, yaşanan zorlukları, olayları ve çözüm süreçlerini içeren samimi anlatılar sunuyor. Ayrıca anlatımda gözleme dayalı olaylar, yerel halkla yaşanan etkileşimler ve meslek içi tecrübeler ön planda.
Kitap, jandarma teşkilatının kırsalda yürüttüğü görevler aracılığıyla, devletin en uçtaki temsilcisi olan güvenlik gücünün halkla ilişkisini anlatıyor. Bu bağlamda şu sorular ön plana çıkıyor: Devletin meşruiyeti nedir? Bireyin özgürlüğü ile devletin güvenlik sağlama görevi arasında sınır nerededir? Devletin temsilcisi (burada jandarma) vicdanıyla ne zaman çatışır? Bu sorular Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi ve Thomas Hobbes’un Leviathan gibi eserleriyle örtüşür. Hobbes’a göre güvenlik için bireyler özgürlüklerinden vazgeçer; ancak kitabın anlatısında jandarma, sadece otorite değil, halkın bir parçası olarak da betimlenir — bu da Rousseau’nun “genel irade” kavramına daha yakın durur.
Kitapta jandarmanın karşılaştığı olaylar arasında sadece yasaları uygulamak değil, kimi zaman insan vicdanıyla karar vermek zorunda kalmak da öne çıkıyor. Bu noktada Kant’ın deontolojisi (ödev ahlakı) ile Aristoteles’in erdem etiği arasında bir gerilim sezilebilir: Kant’a göre yasa her koşulda uygulanmalıdır. Aristoteles’e göre ise phronesis (pratik bilgelik) ile erdemli karar alınmalıdır. Kitapta jandarmanın halkla iç içe oluşu, çoğu zaman yasa ile vicdan arasında tercih yapmasını gerektiren sahneler içeriyor olabilir. Bu da felsefi olarak “adalet”in sadece yazılı kurallar değil, insanî bağlam içinde şekillendiğini gösterir.
Kırsaldaki halk ile jandarma arasındaki ilişkiyi salt otoriter bir yapı olarak okumak eksik olur. Kitap, jandarmayı sadece "gözetleyen" değil, aynı zamanda "koruyan" ve "yardım eden" bir figür olarak sunuyor. Bu, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi, karşılıklı bağımlılık içinde oluşan bir bilinç haline işaret eder. Jandarma halkın güvenliğini sağlar ama halktan öğrenir, halktan etkilenir. Bu diyalektik süreç, hem bireyin hem de devlet temsilcisinin dönüşümünü içerir.
Kitap kırsalda geçiyor ve bu yerellik, mekânın insan üzerindeki etkisini anlamamıza da olanak tanıyor. Şehir değil de kırsal alanda geçen olaylar, sade insanların, sade yaşantıların felsefi değerini vurguluyor. Heidegger’in “yer” anlayışı burada devreye girer: İnsan, varoluşunu içinde bulunduğu mekânda açığa çıkarır. Kırsal alanda görev yapan jandarma, sadece devleti temsil etmez; o yerin insanına dönüşür. Varlığını o toprağın kültürüyle kurar.
Günlük karşılaşmalar, köy halkıyla diyaloglar, küçük olaylar gibi görünen birçok sahne aslında varoluşsal felsefenin temel konularını içeriyor: İnsan neden görev yapar? İnsanın adanmışlığı neyi ifade eder? Kötülük ve adalet kırsalda nasıl tezahür eder? Bu bağlamda kitap, Albert Camus’nün "Sisifos Söyleni"ndeki gibi, tekrarlanan görevlerin içindeki anlam arayışıyla örtüşür.
Kitapta duru ve yalın dil kullanılmış. Yazar, mesleki gözlemlerini aktarırken sade bir Türkçe kullanmıştır. Sanatsal söyleyişten çok gerçekliğe önem verme kaygısındadır. Bu da eseri bir tür “belgesel anlatım” havasına sokmaktadır. Ayrıca yerel ağız ve halk dilini de kullanır. Zaman zaman köy halkıyla yapılan diyaloglarda yerel deyim ve söz öbeklerine yer verilerek karakterlerin sosyal gerçekliği desteklenmektedir. Bu da esere folklorik bir tat katmaktadır.
Eser, 19. yüzyıl realizm anlayışına oldukça yakındır. Olaylar süslenmeden, doğrudan aktarılır. Jandarmanın yaşadığı çatışmalar, zorluklar ve halkla olan ilişkileri, idealleştirme olmadan, olduğu gibi yansıtılır. Toplumcu gerçekçilik etkisi de sezilebilir; çünkü anlatılanlar bireyin değil, bir kurumsal yapının ve toplumun yaşadığı sorunlara odaklanır.
Eserde geçen köyler, karakollar ve doğa tasvirleri genellikle kısa ve işlevseldir. Zaman, genellikle doğrusal bir yapıdadır; flashback (geriye dönüş) gibi postmodern teknikler kullanılmaz. Ancak coğrafi ve mevsimsel şartlar, jandarmanın görevini etkilediği ölçüde sanatsal bir zemin oluşturur. Örneğin kar altında yapılan devriyeler, yağmurda yürüyüş gibi detaylar atmosfer yaratır.
Kitap, bir kurgu roman gibi değil; daha çok belge, anı ve gözleme dayalıdır. Bu nedenle sanatsal açıdan baktığımızda bazı eksiklikleri de vardır. Örneğin; Sanatsal betimlemeler sınırlıdır. Duygu yoğunluğu yer yer zayıf kalmaktadır. Şiirsellik ve metafor kullanımı çok azdır. Ancak bu, eserin değerini düşürmez; sadece edebi türünün anı-gözlem ekseninde olduğunu gösterir ki alanında güzel bir kitap olarak çarpar gözümüze.
“Bir Jandarmanın Not Defteri”, bir güvenlik görevlisinin yaşadıkları üzerinden kırsal Türkiye'nin: Toplumsal dinamiklerini, kurumsal yapısını, cinsiyet rollerini, şiddet türlerini ve devlet-halk ilişkilerini oldukça yalın, gözleme dayalı ve sahici bir dille ortaya koyan sosyolojik değeri yüksek bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda okunması gereken bir eser olarak çıkar karşımıza.
Arzu Kök