BULUTTAN SONRA
Bugün size 2018 yılında İran’ın en çok satan romanı ünvanını almış bir kitaptan bahsedeceğim. Kitap Babak Zamani tarafından yazılmış, Mojtaba Nahani tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Aleni Yayınları tarafından bizlere ulaştırılmış. Açıkçası bu kitabın çıkar çıkmaz İngilizceye çevrilmiş olması ve ilgi görmesi de beni etkilemişti. Uzun süredir okumayı beklediğim bu kitabın bu serüvenini duyunca hemen alıp okudum ve sizlere de tanıtmak isterim. Tabii önce yazar ve çevirmeni üzerine birkaç bilgiyi vermek istiyorum ki onları da tanıyalım.
Babak Zamani, 1988 doğumlu İranlı bir yazar, şair ve çevirmen. Yayımlanmış 15 kitabı bulunmakta. İran Ulusal Şiir Ödülü’nü (Niavaran Ödülü) üst üste iki yıl kazanmış bir yazar. İlk romanı Buluttan Sonra, 2018’de İran’ın en çok satan romanı ilan edildi ve İngilizceye çevrilerek İngiltere’de de yayımlandı.
Mojtaba Nahani (Mücteba Nehani) ise 1983 yılında İran’ın Ahar kentinde doğmuş İranlı yazar, şair ve çevirmendir. Tebriz Üniversitesinde İngilizce Çevirmenlik bölümünü bitirdikten sonra siyaset bilimi alanında doktora yaptı. Uzun yıllardır şiir yazıyor ve çevirmenlik yapıyor. İran’da ve Tebriz’de yayımlanan üç derginin dünya edebiyatı ve şiir bölümlerinin editörlüğünü üstleniyor. Şiirleri ve çevirileri, İran ve Türkiye’deki pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Son birkaç yıldır Türk kadın şairler üzerine çalışıyor ve bu alanda bir seçki kitabı hazırlıyor. Aynı zamanda Aleni Yayın Grubu bünyesinde İran edebiyatı editörlüğünü sürdürüyor.
Az çok tanıtmaya çalıştığım bu iki değerli kalemin emeği ile Türkçeye kazandırılan bu eser aslında İran’ın İlam Eyaleti’nin ücra bir bölgesinde yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenerek yazılmış. Doğru düşünülüp hesap kitap yapmadan yapılan baraj nedeniyle yerlerinden yurtlarından olan, can veren insanlar anlatılıyor kısaca. Ancak ben biraz daha derinliğe inmek isterim.
Bir köyde yaşanıyor bu olaylar. Ev ve toprak, yalnızca fiziksel alanlar değil; kimlik, topluluk aidiyeti ve kültürel bellek taşır ve romandaki evler de böyledir. Yerinden edilme, sadece coğrafi bir kayıp değil; aynı zamanda sosyokültürel bir kimliğin parçalanmasıdır. Köy yaşamı; dayanışma, gelenek ve birlikte yaşama biçimlerini temsil ederken, baraj projesi bu kolektif yaşamı dağıtır.
Roman, modern devletin “kalkınma” projeleriyle birey yaşamına nasıl müdahale ettiğini gösteriyor bizlere. Baraj, “kalkınma” adına yapılır; ama halkın rızası alınmadan, onların yaşam alanı ellerinden alınarak gerçekleştirilir. Bu durum, kalkınmacı devlet modelinin bireyi ve topluluğu nasıl “görmezden geldiğini” yansıtır. Yerel halkın sürece dâhil edilmemesi, temsilsizlik ve görünmezlik sorunlarını gündeme getirir.
Baraj projesi, aynı zamanda bir modernleşme dayatmasıdır: Geleneksel köy yaşamı, modern teknik projelerle karşı karşıya gelir. Bu karşılaşma, modernleşmenin toplum üzerindeki yıkıcı ve dışlayıcı etkilerini açığa çıkarır. Roman, “ilerleme” adı altında yürütülen projelerin, yerel kültürleri nasıl yok saydığını da gösteriyor bizlere. Bu yönüyle roman, modernleşme kuramları, yapısal dönüşümler, kültürel çatışmalar bağlamında da okunabilir.
Zorunlu göç, sadece fiziksel değil; psikolojik ve toplumsal travmalar üretir: Roman boyunca bireylerin yaşadığı sessizlik, donukluk, anlatılamayan kayıplar ve duygusal kopuşlar toplumsal travmanın izlerini taşır. Göç eden topluluklar, yeni yerlere uyum sağlamakta zorlanır; çünkü kaybettikleri sadece evleri değil, sosyolojik olarak bütün bir yaşam dünyasıdır. Bu, kolektif hafıza, travma sosyolojisi ve zorunlu göçün sosyolojik sonuçları açısından da değerlendirilebilir.
“İnsan yerini kaybettiğinde, kimliğini de kaybeder mi?” cümlesini okuyup da derin düşüncelere dalmamak olası mı? Zira bu biraz da mekânın varlıkla olan bağına dair felsefi bir tartışma konusu değil de nedir? Martin Heidegger'in "yer-olma" (Dasein'ın yerle ilişkisi) düşüncesiyle ilişkilidir. Heidegger'e göre, insan mekânda var olur; mekân, sadece içinde yaşanılan bir boşluk değil, varoluşun kurucu bir boyutudur. Roman, bireylerin “yer” ile olan bağının kopmasıyla bir tür kimlik kaybı ve varoluşsal boşluk yaşadığını eksiksiz olarak gösterir bizlere.
Romanın anlatısında, yitirilen evler ve köy, sadece fiziksel değil; aynı zamanda hatıraların mekânıdır. Mekânla birlikte zaman da kaybolur. Zaman burada düz ilerlemez; geçmiş, şimdiyle iç içe geçer. Karakterler, suya gömülen evlerde kalan eşyalarla birlikte, anıların da sulara gömüldüğünü hisseder. Bu, Henri Bergson’un “zamanın sürekliliği” (la durée) kavramını hatırlatır: Gerçek zaman, içsel olarak yaşanan, lineer olmayan, belleğe dayalı bir süreçtir. Roman, kişisel belleğin yok oluşunun, varoluşsal bir travma yarattığını felsefi düzlemde işler.
Roman boyunca hissedilen bir diğer tema, bireyin yaşadığı yabancılaşmadır. Baraj gibi “büyük” projelerin içinde insanın küçük, çaresiz ve etkisiz kaldığı görülür. Bu durum, modernitenin insanı nesneleştiren doğasına dair eleştirel bir felsefi tutumdur. Max Weber'in “demir kafes”i gibi, rasyonel yapıların bireyin maneviyatını ve anlam arayışını boğduğu bir dünya betimlenir. Bu, Camus'nün absürd felsefesiyle de örtüşür: İnsan anlam arar; ama dünya ona anlam sunmaz. Bu çelişki, karakterlerin yaşadığı çaresizlikle göz önüne serilir.
Roman boyunca karakterler, başlarına gelen olaylar karşısında irade dışı bir konumda kalırlar: Devletin kararları, suyun yükselmesi, göç zorunluluğu gibi etkenler, karakterlerin seçim yapmasına izin vermez. Bu, klasik anlamda özgür irade sorununu gündeme getirir. İnsan, ne kadar kendi hayatının öznesidir? Seçemediği bir gelecekte, ne kadar sorumlu olabilir?
Romanın atmosferinde baskın olan sessizlik, yalnızca toplumsal değil, varoluşsal bir suskunluktur: Karakterler, içsel acılarını dışa vuramazlar. Konuşulmamış acılar, ifade edilemeyen duygular vardır. Bu, Ludwig Wittgenstein’ın “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı” ilkesini çağrıştırır. Roman, kimi duyguları betimlemeye çalışmaz bile; sadece varlıklarıyla anlatır. Bu da edebi düzeyde felsefi bir duruş sergiler.
Baraj ve su metaforu, doğanın gücünü değil, insan eliyle doğallaştırılan yıkımı temsil eder. Ancak bu yıkım karşısında birey, doğaya değil, insan düzenine karşı savunmasızdır. Bu durum, insanın doğa karşısındaki sınırlılığına dair klasik felsefi temalara dönüş sağlar. Aynı zamanda teknolojinin doğayı denetlediği yanılsamasının çöküşü olarak da okunabilir.
Zamani, sade ama etkili bir dil kullanır; bu, eserin duygusal yoğunluğunu artırır. Betimlemeler, doğal ve akıcıdır; okuyucuyu mekâna ve atmosferin içine çeker. Edebî anlatımda, özellikle doğa tasvirleri ve mekân betimlemeleri öne çıkar. Bu, okuyucuda mekânın ve kaybın ağırlığını hissettirir.
Karakterler gerçekçi ve çok boyutludur; bireysel ve toplumsal çatışmaları yansıtır. İç dünyaları, duyguları ve yaşadıkları travmalar ustalıkla aktarılır. Özellikle bireylerin yaşadığı kimlik kaybı ve aidiyet arayışı, karakter gelişiminde önemli yer tutar.
Zamani, lineer olmayan zaman akışı ve anıların iç içe geçtiği bir anlatım kullanır. Bu teknik, belleğin ve zamanın kırılganlığını, geçmişle şimdinin iç içe geçtiğini başarılı biçimde yansıtır. Kurgu, okuyucuyu düşünmeye sevk eden, katmanlı ve etkileyici bir yapıya sahiptir.
Roman, sadece bir anlatı değil; aynı zamanda toplumsal adaletsizliklere, modernleşmenin olumsuz etkilerine dair güçlü bir eleştiridir. Bu yönüyle, sanatın toplumu sorgulama ve dönüştürme işlevini yerine getirir. Eser, edebi değeriyle birlikte sosyal sorumluluğu da taşıyan bir yapıttır.
Buluttan Sonra, dil ve anlatım, tema zenginliği, karakter derinliği, kurgusal ustalık ve sembolik anlatımıyla Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Sanatın hem estetik hem de etik boyutlarını bir arada sunan eser, okuyucusunu düşündüren, duygulandıran ve dönüştüren güçlü bir metindir. Emin olun 189 sayfalık bu kitabı bir saatte okudum ama sonrasında defalarda dönüp dönüp baktım ve düşündüm üzerine. Okumadan geçmeyin, çünkü her yönüyle insanı sarıp sarmalıyor.
Arzu Kök