SESSİZLİKLER ADINA
Aydın Zeyfeoğlu 1983, Hatay‑Antakya doğumludur. İlk, orta ve lise eğitimini Antakya’da tamamlamıştır. 2005 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Turizm ve Otel İşletmeciliği bölümünden mezun olmuştur. Turizm sektörü dışında çeşitli sektörlerde çalışmış, ayrıca dönemsel olarak mesleki yetiştirme kurslarında eğitimci olarak görev yapmıştır. Yazıları ve şiirleri “Bezuvar, Berfin Bahar, Kurgu Edebiyat, Papirüs, Amanos Edebiyat, Poesis Edebiyat” gibi dergilerde yayımlanmıştır. Güneşe Uyanmak, Darjin ve Sessizlikler Adına isimli eserleri bulunmaktadır. Ayrıca 29 isimli kollektif hazırlanan deneysel bir çalışmada yer almıştır. 2014’te, TMMOB Maden Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen Maden Edebiyat yarışmasında “Madeni Azınlık” şiiri ile mansiyon ödülü almıştır. 2017 yılında Hasan Bayri Şiir Yarışması’nda “Soluksuz İkâmet” adlı şiiri ile 2.’lik ödülünü kazanmıştır. Biz bugün Aydın Zeyfeoğlu’nun “Sessizlikler Adına” isimli kitabı üzerine konuşacağız.
Önce kitabın adındaki sessizlik kavramı üzerinde duralım. Kitapta “sessizlik”, sadece fiziksel bir suskunluk değil; duygu, öfke, suçluluk, utanç gibi bastırılan birçok duygunun ifadesidir. Yazarın “sessizlik en gürültülü çığlıktır” ifadesiyle kastettiği, bu bastırmanın aslında içsel bir fırtına yarattığıdır. Bu, kişinin iç çatışmasını büyütür ve psikolojik sorunlara zemin hazırlar. Kitabın ana kavramı olan “sessizlik”, yalnızca bireyin içine kapanması değil, aynı zamanda toplum tarafından bastırılmış gerçekliklerin bir tezahürüdür. Sosyolojik olarak sessizlik: Sınıfsal bastırmalar, aile içi şiddetin görmezden gelinmesi, toplumsal cinsiyet normlarının konuşulmaz hâle getirilmesi, duygusal ihmalin normalleştirilmesi gibi çok katmanlı yapılarla bağlantılıdır.
Martin Heidegger, varlık üzerine düşünürken "sessizlik"i ve "dil"i temel alır. Ona göre, dil varlığın evidir; fakat her şey dile dökülemez. Sessizlik, dile getirilemeyenin alanıdır, ama bu onun yok olduğu anlamına gelmez. Zeyfeoğlu’nun sessizlik vurgusu da tam burada devreye girer: Sessizlik, bir boşluk değil, dile gelememiş, bastırılmış, bastırılamayacak kadar yoğun bir varoluşsal yüktür. Heidegger’in “kaygı” kavramı gibi, Zeyfeoğlu’nun sessizlikleri de bireyin dünyaya fırlatılmışlığını ve bu dünyada anlam arayışını gösterir.
Kitapta işlenen yalnızlık, kayıp, duygusal ihmal ve travma, bireyin anlam arayışını sürekli kesintiye uğratır. Bu, tam da varoluşçuluğun sorguladığı şeydir: Jean-Paul Sartre'a göre insan, dünyaya “özgür ama sorumlu” bir şekilde atılmıştır ve kendi anlamını kendisi yaratmak zorundadır. Fakat Zeyfeoğlu’nun anlatıcısı bu özgürlükle değil, bir tür “duygusal belirlenmişlikle” mücadele eder. Özgürlük varsa bile, bu bir acı kaynağıdır.
Albert Camus'nün “saçma” düşüncesi esere çok yakışır: İnsan hayatına bir anlam yüklemek ister ama dünya sessizdir. Bu “sessizlik” de zaten Camus’ye göre insanı varoluşsal bir bunalıma sürükler. Tıpkı kitapta olduğu gibi. Kierkegaard'ın “kaygı”sı ve “özgün benliğe ulaşma arzusu”, kitabın iç monologlarında görülür. Anlatıcının, geçmiş travmalarıyla hesaplaşarak benliğini bulma çabası, Kierkegaard’ın “estetik – etik – dini” aşamalarına denk düşer.
Eserde geçen “topluca susulan suç” ifadesi, sadece bireyin içsel sessizliğini değil, toplumsal bastırmayı da gündeme getirir. Michel Foucault, toplumların neyin konuşulacağına ve neyin “sessiz kalınması gereken” olduğuna iktidar aracılığıyla karar verdiğini savunur. Kitapta da sessizlik hem bireyin hem de toplumun bastırdığı gerçekliklerin sembolüdür. Theodor Adorno ve Frankfurt Okulu, özellikle “acı deneyim”in estetize edilmesini tehlikeli bulurken, aynı zamanda “acıya ses vermek” gerektiğini de savunur. Zeyfeoğlu’nun kitabı, estetik bir dille bu acılara ses verirken aynı zamanda okuyucunun rahatsızlık hissetmesini de sağlar ki bu, Adorno’ya göre bir tür etik uyarıdır.
Aile, klasik sosyolojide bireyin ilk toplumsallaştığı kurumdur. Ancak bu kitapta aile, koruyucu değil, ihmal edici bir kurum olarak yer alır. Annenin olmaması ya da sevgisizliği, ailede duygusal ihtiyaçların karşılanmaması gibi durumlar “duygusal yoksulluk” kavramıyla ilişkilidir.
Kitap fiziksel şiddetten çok duygusal ihmal üzerine yoğunlaşır. Bu, psikolojik açıdan daha derin ve tespiti zor bir sorundur. Çünkü dışarıdan “her şey yolunda gibi” görünürken, birey içeride paramparçadır. Yetişkinlikte özgüven sorunları, bağlanma problemleri, depresyon gibi etkileri olabilir. Kitapta da bu tür sessiz yaralar ön plandadır.
Kitap, doğrudan toplumsal cinsiyet üzerine yazılmış gibi görünmese de erkeğe biçilen roller üzerinden duygularını bastıran erkek figürünü sorgular. Erkek çocukların ağlaması yasaktır, duygularını ifade etmeleri zayıflık olarak görülür. Bu kültürel kod, eserdeki sessizliklerin temel kaynaklarından biridir. Aynı zamanda, annenin yokluğu; annelik üzerinden kadına yüklenen “mutlak sevgi sağlayıcısı” rolünü de sorgular. Anne sevgi vermediğinde sistem çöker, çünkü o sistem zaten kadın emeğine bağımlı bir sistemdir. Eserde “çocukken yaşanan şeylerin büyüyünce değişmediği” vurgulanıyor. Bu, içsel çocuğun iyileşmemesi durumunda, bireyin büyüse de aynı duygusal pencerelerden bakmaya devam edeceğini gösterir. Travmanın sadece yaşandığı anda değil, yıllar sonra da sessizce etkisini sürdürdüğü anlatılıyor. Yani kitap, "travma sonrası stres bozukluğu" ya da "kompleks travma" örnekleriyle de okunabilir.
Toplumda fiziksel şiddet kolay fark edilirken, duygusal ihmal genellikle görünmez kalır. Zeyfeoğlu’nun eseri bu görünmeyen alanlara odaklanır. Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı burada işlevseldir: Duyguların bastırılması, sevgi eksikliği, bireyin değersizleştirilmesi gibi süreçler doğrudan fiziksel olmayan ama yıkıcı şiddet biçimleridir.
Toplum, bireyleri belirli normlara göre şekillendirir: “Konuşma”, “ağlama”, “sus”, “bir şey olmaz”, “unut gitsin”… Bu tür cümleler, sessizliği öğreten kültürel kalıplardır. Bu kalıplar, bireyin duygusal ifade becerilerini köreltir, bu da psikolojik bozukluklar kadar sosyolojik bir problemdir. Kitap, bu kültürel baskının bireyin iç sesi üzerinde nasıl bir kontrol kurduğunu da gösteriyor bizlere.
Türkiye gibi bazı toplumlarda travmalar aile içinde, mahalle içinde ya da toplum genelinde üzeri örtülerek geçiştirilir. Bu durum, toplumsal bellekte yer eden olayların da zamanla bastırılmasına yol açar. “Sessizlikler Adına”, hem bireyin hem de toplumun bu bastırma mekanizmasına tanıklık eder. Okuyucuyu “sessizlik kültürü”yle yüzleştirir. Aynı zamanda anlatıcı, okuyucunun da kendi içsel sessizlikleriyle özdeşleşmesini ister gibi bir yapı kurar. Okur, anlatıcıyla özdeşim kurar, onun sessizliğinde kendi bastırılmış anılarını bulur.
Aydın Zeyfeoğlu’nun Sessizlikler Adına adlı eseri, yalnızca tematik derinliğiyle değil; aynı zamanda dil işçiliği, imgesel anlatımı, ritmik yapısı ve duygu yoğunluğu ile de dikkat çeken, belirgin bir sanatsal değer taşıyan metindir. 95 sayfalık kısa hacmine rağmen, bu yoğunluk sayesinde okuyucuda uzun süre yankı bırakan bir etki yaratır.
Zeyfeoğlu’nun metni, düzyazı gibi görünmesine rağmen oldukça şiirsel bir dille kurulmuştur. Cümleler kısa, yoğun, çoğu zaman metaforlarla yüklüdür. Bu, eseri edebiyatın sınırlarını zorlayan bir anlatıya dönüştürür, tıpkı bir şiir gibi çok katmanlı, çok anlamlıdır.
Zeyfeoğlu, soyut kavramları (sessizlik, suçluluk, yoksunluk) somut imgelerle anlatır; bu da metne sanatsal derinlik katar. 95 sayfa gibi kısa bir hacme sahip olmasına rağmen, anlatılan içerik çok yoğun. Bu da eserin minimalist estetikle ilişkilendirilmesini sağlar. Her cümle “fazla” bir anlam taşır; gereksiz tekrar, boşluk ya da yüzeysel geçiş yoktur. Bu, şiirsel konsantrasyon gücünü artırır.
Metnin en çarpıcı yönlerinden biri, okuyucuda yarattığı hissetme zorunluluğudur. Zeyfeoğlu, anlatmak yerine hissettirir. Bu yönüyle eser, duygusal realizm ve empati estetiği kurar. Özellikle melankoli, hüzün, boşluk gibi duyguların incelikle işlenmesi, edebî olduğu kadar sanatsal bir başarıdır.
Bazı bölümler neredeyse bir kısa film gibi kurgulanmıştır: Aniden gelen bir hatıra, zihinsel bir geri dönüş (flashback), içsel monologlar, görsel detaylara yüklenen anlam. Bu teknikler, metne görsel imgeler üzerinden okuma imkânı sunar; adeta zihinde sahneler oynatır.
Eserin yapısı; şiir, iç monolog, dramatik tirat ve anlatı türlerinin iç içe geçmesiyle oluşur. Bu çok katmanlı yapı, metni klasik bir roman ya da öykü olmaktan çıkarır. Onun yerine çok yönlü bir edebi yapıta dönüştürür. Zeyfeoğlu’nun dili, sanki bir tiyatro sahnesinde içini döken bir karakterin monoloğunu andırır.
Evet, özellikle dilsel yaratıcılığı, duygusal derinliği, imgesel anlatımı ve biçimsel deneysel yaklaşımıyla, sadece edebiyat değil, sanat bağlamında da değerli bir metindir bu kitap. Aynı zamanda bu kitap ilk bakışta kişisel gelişim kitapları gibi doğrudan “çözüm odaklı” ya da “reçete sunan” bir yapıda olmasa da derin bir okuma yapıldığında kişisel gelişim açısından oldukça zengin ve dönüştürücü bir içeriğe sahiptir. Okumadan geçmeyin derim.
Arzu Kök